Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Viktorya Döneminde Bir Başkent: Londra

Yazar: Erkam Öztürk

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem de aptallık, inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlığın mevsimiydi, karanlığın da, umudun yeşerdiği bir bahar, umutsuzluğun çöktüğü bir kıştı. Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.” (Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi)

Charles Dickens yukarıdaki sözlerle sadece bir edebi şaheserin giriş cümlelerini yazmakla kalmamış, aynı zamanda bir dönemin belki de en güzel tasvirini yapmıştı. Victoria Dönemi Londra’sı bir insanın duygusal gelgitlerinden halliceydi. Fakirlik zenginlikle aynı sokakta yaşıyor, gurur ve ezilmişlik aynı anda bir bedende vücut bulabiliyordu. Ülkelerinin kurduğu yeryüzü imparatorluğuyla gurur duyan İngilizler, bir yandan sömürdükleri pek çok ülkenin halkından bile daha aşağılayıcı bir hayat yaşarken diğer yandan geleceğin dünyasının inşasına ve büyük servetlerin harcanışına bizzat tanık oluyorlardı.

Cehalet ve bilgelik de beraber yaşıyordu Londra’da. Bir yandan büyük kütüphaneler inşa ediliyor, Royal Society ve burjuvalar bilim adamlarını destekliyor, Bloomsbury ile birlikte ilk düşünce kuruluşlarının temelleri atılırken buralarda elitlerin bir kısmı doğa bilimlerine eğilip evrenin sırlarını araştırıyordu. Öbür yandan diğer bir grup aydın da Londra’daki ve belki de bütün İngiltere’deki alt yapı sorunlarından çarpık kentleşmeye, artan zenginliğe rağmen azalmayan fakirliğin nasıl giderileceğinden İngiltere’ye yaklaşan komünizm hayaletinin nasıl def edileceğine kadar geniş bir yelpazede toplumsal konuları ele alıp “ayak takımı”nın nasıl kontrol altına alınabileceği üzerine kafa yoruyordu. Bununla birlikte bu sorunların içinde yaşayan işçi sınıfı ya da dönemin tabiri ile proletarya, kendileri ile ilgili yapılan bütün bu beyin fırtınasından habersiz, “yabancılaşmış” bir şekilde karın tokluğuna hayatta kalmaya çalışıyordu.

Fakat herkesin anlaştığı bir nokta vardı ki o da bu durumun sürdürülemez olduğuydu. Marx gibi dokuz köyden kovulup en sonunda soluğu liberalizmin kalesi İngiltere’de alan Avrupalı düşünürler ya da Engels gibi İngiltere’de iş yapan ‘tuzu kuru’ yabancı burjuvalar bir değişim olacaksa bunun ancak büyük ve gerekirse kanlı bir devrimle sağlanabileceğini söyleseler de İngilizler ‘hayır’ dercesine kafalarını sallıyorlardı. Devrim de neyin nesiydi? Devrim daha çok Fransızlara özgü görülürdü. İngilizler devrimlere alışkın değildi. Son yaptıkları ‘Kutsal Devrim’in üzerinden neredeyse iki yüz yıl geçmişti ve onda da hiç kan dökülmemişti. Bu yüzden adı Kutsal Devrim’di. İngilizler sonucu kestirilemez devrimlerden ziyade, yanlış gittiğini düşündükleri problemlerin aksaklıklarını gidermeye daha yatkındılar. Bir şeyleri yıkıp yeniden yapmak hiç onlara göre değildi. Lakin herkes bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu. Londra’da zıtlıklar sadece kol kola yaşamıyordu, aynı zamanda birbirlerine gebeydiler.

Zenginlik-Zarafet-İhtişam

Bir yönüyle Londra, on dokuzuncu yüzyıl mucizesinin vücut bulmuş haliydi. Şehrin ortasından geçen Thames Nehri dünyanın en büyük ve en işlek limanıydı. Daha 1833’te Barings Brothers Bankası’nın ortaklarından biri Londra’yı “ticaretin kalbi” olarak nitelendirmişti. Şehirde inşa edilen yeni oluşumlar turizm anlayışını da değiştirmeye başlamıştı. Şehrin yüzlerce dönümlük rıhtımları turistler için yeni cazibe merkezlerine dönüşmüştü. Tabii ki bu durumun oluşmasında rıhtımlarda yer alan ve büyüklükleri 12 dönümü bulan şarap mahzenlerinin rolünü de göz ardı etmemek gerekir.

1842’de Londra’yı ilk kez gören Engels, “Denizden Londra Köprüsü’ne doğru ilerlerken Thames Nehri’nin sunduğu manzaradan daha büyüleyici bir şey olamaz.” diye yazmıştı. “Her iki yakada, özellikle de Woolwich’ten yukarıya doğru arz-ı endam eden binalar, rıhtımlar… Her iki kıyıyı süsleyen ve sayıları giderek artan yelkenli gemiler… Neredeyse dip dibe süzülen gemilerin arasında adeta daracık bir geçide dönüşen nehir… Ve o nehirde birbiriyle yarışan vapurlar… Her şey o kadar muhteşem, o kadar büyüleyici ki insan kendinden geçiyor.”

1849’da, London Morning Chronicle adlı gazetenin muhabiri Henry Mayhew, yaşadığı şehri şöyle bir kuşbakışı görmek için St. Paul Katedrali’nin tepesindeki Altın Galeri’ye çıktığında, gördüğü manzara karşısında hayrete düşmüş, “Gökyüzünün nerede başladığını, şehrin nerede bittiğini söylemek imkânsız.” diye yazmıştı. Yaklaşık iki yıl gibi kısa bir sürede, şehir kural tanımaz bir biçimde gelişmişti. Yüzyılın ortasına gelindiğinde, kent nüfusu 2,5 milyona ulaşmıştı. Yani iki Paris, beş Viyana ya da İngiltere’nin sonraki en büyük sekiz kentinin tamamını doldurmaya yetecek kadar Londralı vardı.

Sanat tarihçisi John Ruskin, Londra’nın demir yolu istasyonlarının Babil surlarından, hatta Efes Tapınağı’ndan büyük olduğunu iddia ediyordu. Charles Dickens ise “Dombey ve Oğlu” adlı romanında lokomotif seslerinin hiç durmamasından bahsediyordu. Gerçekten de o dönemde Londra tüm dünyaya demir yollarıyla bağlı idi. Londra’dan trene binen birisi kuzeyde İskoçya, doğuda Moskova, güneyde Bağdat’a kadar gidebilirdi. Bu arada demir yolu Londra’nın sınırlarını da genişletmiş, kenti bir zamanlar köy ve kasaba olan noktalara kadar büyütmüştü. “Vaktiyle pislikten geçilmeyen leş kokulu çöplük gitmiş ve o çirkinliğin yerine, değerli mallarla dolup taşan ambarlar yükselmeye başlamıştı.” diye anlatıyordu Dickens.

Şöyle devam ediyordu Dickens: “Eskiden hiçliğe ve yokluğa açılan köprüler, artık muhteşem villalara, bahçelere, kiliselere ve parklara çıkıyordu. Demir yolu hattının üzerinde mantar gibi biten yeni inşaatlar ve caddeler, buharlı bir lokomotif hızıyla tamamlanıyor ve canavar bir tren edasıyla ülkenin içlerine doğru ilerliyordu.” Londra’nın zengin Batı Yakası’nda neredeyse her şey ışıl ışıldı, pencere camlarından tutun da köpek tasmalarına kadar. “Yeryüzünün en büyük toplumunun varlığı buranın havasına, hatta kokusuna bile sinmişti.” Regent Caddesi’nde dünyanın en özel saatçileri, tuhafiyecileri ve fotoğrafçıları ürünlerini sergiliyor; en şık kırtasiyeciler, çorapçılar ve korseciler boy gösteriyordu. Enstrüman satan dükkânlar, şalcılar, kuyumcular, Fransız eldiveni satan mağazalar, parfümeriler, dantelciler, konfeksiyoncular ve şapkacılar istemediğiniz kadar çoktu.

Fakat hepsinden öte, Londra dünyanın en işlek pazarıydı. İnsanlar burada az zahmet ve az faaliyetle dünyanın geri kalanındaki zenginlerin sahip olduğundan çok daha fazla bir konfora ve tüketim çeşitliliğine kavuşabilirdi. Sanayi Devrimi Londra’da başlamamıştı belki fakat meyvelerini Londra yiyordu. Londra belki tek bir endüstri kolunun baskın olduğu bir tekstil ya da maden kenti değildi, lakin endüstrinin tamamı Londra’da toplanmıştı. Matbaacılar, mobilyacılar, boyacı ve saatçiler, turizm şirketleri, borsa arabulucuları, tersaneler, tabakhaneler, su ve havagazı tesisatçıları ve diğer pek çok iş kolu geniş ölçeklerde Londra’da faaliyetlerini yürütüyordu.

Kuzeydeki yeni sanayi kentlerini cüce bırakan ve dünyanın en büyük endüstri şehri olmakla övünen Londra, İngiltere’deki her altı fabrika işçisinden birine, yani yarım milyon kadın ve erkekten oluşan bir iş gücüne ev sahipliği yapıyordu ki bu sayı Sanayi Devrimi’nin başladığı Manchester’ın yaklaşık on katıydı. Ayrıca İngiltere’nin diğer sanayi kentleri genelde ihraç malları üretirken Londra daha çok kendi ihtiyaçlarını karşılıyordu. Üretimin artması, çeşitlenmesi ve de kolaylaşması ile birlikte belki de bir şehir ilk defa tükettiğinden çok üretiyordu. Londra bir nevi dünyanın arı kovanıydı. Ücretler de Londra‘da diğer şehirlerin yüzde otuz üstündeydi. Tabii ki buna paralel olarak kiralar ve hayat pahalılığı da mevcuttu.

Londra’nın dünya borsasının merkezi olması haberleşme ağını da geliştirmişti. Gerçi Londra borsası daha bebek sayılırdı ama ödünç alınabilir para konusunda New York’u üçe, Paris’i ise ona katlıyordu. Bilgiye aç yatırımcı ve tüccarlar sayesinde Londra dünyanın medya ve iletişim merkezine dönüşmüştü. Hatta meşhur Rothschild’lardan biri bu durumdan, “Herkesin de her şeyden haberi var.” diye şikâyet eder bile olmuştu.

Büyük Fuar

1 Mayıs 1851 yılında Kraliçe Viktorya tarafından açılışı yapılan dünyanın ilk kültür ve endüstri fuarına katılacak kadar şanslı olanlar ise Londra’nın, belki de Britanya’nın ihtişamının doruk noktasına tanıklık ettiler. Başta Avrupa olmak üzere dünyanın her tarafından gelen zenginler, bürokratlar ve ziyaretçiler tüm bu zenginliğin cisimleşmiş hali olan fakat daha sonra 1936’da büyük bir yangında yok olan Kristal Saray’ın ihtişamı karşısında küçük dillerini yutmuşlardı. Aslında Kristal Saray’ın asıl yapılış amacı politikti. Tüm dünyaya Britanya’nın gücünü ve zenginliğini göstermekti. Yapımında yaklaşık 5000 işçinin çalıştığı bu yapının inşasında 4000 ton demir kullanılmış ve yapı binden fazla kirişle desteklenmişti. Tahliye oluklarının toplam uzunluğu ise 45 kilometreyi aşıyordu. Ayrıca yapımında kullanılan yaklaşık 18 bin cam panelin toplam alanı 84 bin metrekareydi. Yarım kilometreden fazla uzunluğu, 139 metre genişliği olan yapının yüksekliği ise 41 metreydi. Yapının sadece zemin katı yaklaşık 72 bin metrekareydi.

Fuara dönecek olursak, yaklaşık 17 kilometre hat boyunca sergilenen yüz bin objeye 15 bin bağışçı, eserleriyle katkıda bulunmuştu. Elmaslardan porselenlere, müzik aletlerinden en yeni makinelere kadar çeşitli eserler sergilenmiş ve bu sergiyi altı milyon kişi ziyaret etmişti.

Ziyaret için erkeklerden 3, kadın ziyaretçilerden 2 sterlin alınmış ve bu paralar daha sonra Viktorya ve Albert Müzesi, Bilim Müzesi ve Doğal Tarih Müzesi’nin kurulması için harcanmıştı. Ayrıca ilk kez ücretli umumi tuvaletlerin kullanıldığı bu sergide tuvalet kullanım bedeli 1 peni olarak belirlenmiş ve fuar boyunca kayıtlara göre 827,280 ziyaretçi bu tuvaletleri kullanmıştı. Ki bu, bugün İngilizce’de kullanılan “spending a penny” yani “hacetini gidermek” hüsnütabirinin de kaynağı olan olaydır.

Sergiye başta Fransa olmak üzere pek çok ülke katkı yapmış olsa da fuarın yıldızı Britanya idi. Sömürgelerden gelen pek çok tarihi eser ve yerel ürünler Londra’ya getirilmiş, bunun yanında imparatorluk bünyesinde gerçekleştirilen pek çok yenilik, yapılan en son makineler de gövde gösterisi olarak dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin beğenisine sunulmuştu.

Fakirlik-Hastalıklar-Sosyal Değişim

Viktorya Dönemi Londra’sı nasıl zenginleri kendine çekiyorsa fakirler için de bir mıknatıstan farksızdı. Sadece daha zengin olmak isteyen zenginler değil, daha iyi bir hayat uman fakirler de zenginliğin gücüne kapılıp rotalarını Londra’ya çevirmişti. İnsanlar kırsal kesimden, çevre köy ve kasabalardan marangozluk, terzilik, işçilik ya da ırgatlık yapmak için şehre geliyor, hiçbirini yapamazlarsa hırsızlık, çöpçülük ya da fahişelik yapıyorlardı. Şehirdeki zengin-fakir uçurumu, biraz para bulan insanların şehrin banliyölerine taşınmasıyla iyice görünür hale gelmişti.

Bu kadar çok sayıda insanın şehre akın etmesi pek çok sorunu da beraberinde getiriyordu. Çünkü kırsal kesimden kente göç akımı başladığında hastalıkla mikrop arasındaki ilişki keşfedilmemiş; çöp toplama, kanalizasyon ve temiz su kaynakları yaygın kullanıma geçmemişti. Ortalama ömür taşrada 45 iken kentte 31’e kadar düşüyordu. Fakir kesimin yaşadığı evler dar ve kalabalıktı. Maliyetten kaçınmak için mimaride kullanışlılıktan ve konfordan çok verimlilik esastı. En az maliyetle en fazla insan ilkesi uygulanıyordu. Genelde “ayak takımı”nın yaşadığı birden fazla katlı apartmanlarda pencereler küçük, katlar arasındaki tavan ise alçaktı. Görünüşlerine de önem verilmeyen evler Sovyet mimarisinden halliceydi.

Salgın hastalıklar daimi bir tehditti. Üstelik kaymak tabakasının en kaymaklısı bile bu tehditten muaf değildi. Örneğin Kraliçe Viktorya’nın kocası Prens Albert tifodan ölmüştü. 1858 Haziran ve Ağustos aylarında yaşanan Büyük Kıyamet’te artık şehir sağlık açısından belki de gezegendeki en elverişsiz yer haline gelmişti. Arıtılmadan Thames Nehri’ne akıtılan lağım suları sıcak havayla birleşip tüm Londra’ya dehşetli bir koku salmıştı. Nehirde oluşan bu kirlilik şehirde yıllarca biriken diğer temizlik problemleriyle de birleşince birkaç yıl içerisinde on binlerce kişinin canına mal olmuştu.

İşçilerin durumu da hiç iyiye gider gibi görünmüyordu. Çalışma saatleri çok, iş güvenliği yetersiz ve ücretler sadece karınlarını doyurmaya yetecek kadardı. Çünkü başta İngiltere’nin diğer yerleri olmak üzere yabancı ülkelerden de gelen işçiler işçi bolluğuna, bu durum da işçi ücretlerinin iyice düşmesine neden olmuştu. Madenler ve fabrikalar ağır çalışma koşullarının yanında katlanılması zor çevre sorunları doğuruyordu. İşçiler bazen günde on sekiz saat ışığa aç bir şekilde durmamacasına çalıştırılıyordu. Yani ‘üzerinde güneş batmayan ülke’nin insanları güneşe hasret bir hayat sürüyorlardı. Çocuk işçi sorunu ise ayrı bir meseleydi. Çocuklar da yetişkinlerle aynı şartlara tabi tutuluyor, aralarında bir ayrım gözetilmiyordu. Sanayi Devrimi’nden hemen önce bebek ölüm oranının yüksek olduğu Londra şimdi de çocuk işçi ölümlerine alışıyordu. Pek çok çocuk on yaşından sonra bir iki yıldan fazla yaşayamadan hayata veda ediyordu.

Şartlar o kadar kötüleşmişti ki olaylar Henry Mayhew isimli bir gazeteciyi sokak sokak dolaşıp Londra’da yaşayan toplumun alt kesiminin durumunu araştırmaya yönelik bir haber dizisi yayınlamaya itmişti. Londra’nın dokumacı kadınları, Mayhew’in haber dizisinin en sansasyonel bölümlerini teşkil ediyordu. “Tarih boyunca böylesi ne görüldü, ne duyuldu.” diyen Mayhew, nüfus sayımı verilerinden de faydalanarak (Londra’daki artan sorunlar, modern anlamda detaylı verilerle desteklenmiş –yaşlı ve genç nüfus, çalışan nüfus, kadın-erkek-çocuk nüfusu vb- modern bir nüfus sayımı yapılmasını ve toplumsal sorunların teşhisinde istatistik biliminin kullanılmasını teşvik etmişti) Londra’da 35 bin dokumacı kadın olduğunu hesaplamıştı. Bunların 21 bini “saygın” hazır giyim firmalarında özel sipariş alıyor ve “aşağı” orta sınıfın işlerine bakıyordu. Geri kalan 14,000’i ise karın tokluğuna “işkence” sektöründe çalışıyordu. Mayhew’in iddiasına göre, “dokumacı kadınların aldığı parça başı ücretleri genellikle öyle düşüktü ki hayatta kalabilmek için ya hırsızlık ya yankesicilik ya da fahişelik yapmak zorunda kalıyorlardı.”

Kadınlarla ilgili sorunlar sadece ekonomik değil toplumsaldı da aynı zamanda. Viktorya Dönemi’nin başlangıcındaki toplum anlayışı son derece muhafazakârdı. İffet son derece önemliydi. Öyle ki mobilyaların bacak kısımları bile örtülürdü. Aydın çevrelerde bile kadın, erkeğine sadık olduğu sürece değerliydi. Erkek yasal olarak ailesini disiplin altında tutmak için güç bile kullanabilirdi.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi başarılı İngiliz endüstrisi bunca zenginliğine rağmen toplumun çoğunluğunu zengin etmiyor gibi gözüküyordu. Hatta ünlü düşünür Thomas Carlyle bu servetin lanetli olduğunu ileri sürmüştü. Sanayi Devrimi’nin getirdiği yenilikler de sorgulanır olmuştu. Dönemin en aydın kişilerinden biri olan ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nden sonra en fazla okunan ekonomi kitabı olan Politik Ekonomiğin Prensipleri adlı eseri yazan John Stuart Mill bile söz konusu eserinde, “Şimdiye dek yapılan bütün bu mekanik icatlar hangi birimizin yaşamını aydınlattı diye sormak gerekir.” diyordu.

Aslında Viktorya Dönemi’nden hemen önce işçiler durumlarına itiraz sesleri yükseltmiş, hatta zaman zaman isyana ve ayaklanmalara varan boyutlarda tepki göstermişlerdi. Örneğin 1811 yılında işçiler ayaklanmış, pek çok fabrikaya saldırıp makineleri imha etmişlerdi. Fakat Fransız İhtilali’nin etkilerini gören İngiliz elitler hükümeti yanlarına çekerek bu girişimleri engelleyip işçilerin organize olmasını ve halka açık toplantılar düzenlemesini yasaklayan yasalar çıkarttırmışlardı. Ancak şartlar değişiyordu. Proletarya artık yalnız değildi. Radikaller, sosyalistler, hümanistlerin yanında Engels ve Marx gibi pek çok devrim sevdalısı sadece fiiliyatta değil, fikriyatta da işçileri destekliyorlardı. İşçiler artık kendilerine entelektüel çevrelerde, hatta parlamentoda bile destekleyiciler bulmuşlardı.

Viktorya Dönemi’nin ilerleyen zamanları ve sonrasında da toplumsal düzen işçilerin, kadınların ve çocukların lehine değişecekti. Örneğin 1800 yılında çocuklar için günlük çalışma saatine herhangi bir kısıtlama getirilmezken 1802’de 9-13 yaş aralığındaki çocuklar için 8 saate, 14-18 yaş aralığındaki çocuklar için ise en fazla 12 saate izin verilmişti. 1831’de çocukların gece çalıştırılması yasaklanırken 1833’te 9 yaşın altındaki tüm çocukların çalışması yasaklanmıştı. 1842’de 10 yaşın altındaki tüm çocukların çalıştırılması yasaklanırken 1847’ye gelindiğinde 10 yaşın üzerindeki çocuklar için maksimum çalışma süresi 6 buçuk saat ile sınırlandırılmıştı.

Fakat bunların hiçbirisi kolay olmadı. Örneğin 1833’te çıkartılan Pamuk Yasası, çocukların çalışma saatlerinin azaltılması ve okula gidebilmeleri için uygun şekilde düzenlenmesi gibi maddeler içerdiğinden dönemin serbest piyasa savunucuları tarafından sert şekilde eleştirilmişti. Onlara göre bu, piyasaya müdahaleydi. Belki çocuklar okula gitmeyip para kazanmak isteyeceklerdi. Neden bu duruma engel olunuyordu? Ayrıca işçi sayısı azalacağından işçi ücretleri artacak ve bu da yatırımlar üzerinde olumsuz bir etki oluşturup toplumun ekonomik gelişimini sekteye uğratacaktı. Neyse ki yasa geçmişti.

Kadın haklarının gelişmesi de epey zaman aldı. Çok az yasal hakları olan kadınların oy kullanması zaten söz konusu değildi. Pek çok iş kolunun kapıları kendilerine kapalı olan kadınlar, iş bulabildikleri zaman da erkeklerden daha az ücretle çalıştırılıyorlardı. Yükseköğretime erişim de pek çok kadın için lükstü. Üniversiteye gidecek kadar şanslı olanlar ise erkeklerden ayrı sınıflarda eğitim görüyor ve akademik maddi kaynaklara erişim ya da akademisyenlerle görüşme konularında hep geri plana itiliyorlardı. Uzun süren mücadeleler sonucunda kadınlar tamamen olmasa da “biraz daha” eşit hale gelebilmişlerdi erkeklerle.

Oy kullanabilmek için 1918 yılına kadar beklemek zorunda olan kadınlar, politik olarak değilse de toplumsal olarak yükseköğretimde kolaylık, çalışma ücretleri ve koşulları konusunda birtakım iyileştirmelere sahip olmuşlardı. Fakat dönemin kadınlarının erkeklerle eşit hale gelme anlayışları biraz da ironikti. Onlara göre erkeklerle eşit olmak demek sadece üniversiteye gitmek, oy kullanabilmek ya da eşit ücret almak gibi statü yönünden bir eşitlik değildi. Davranış olarak erkeklere özgü olduğunu düşündükleri fiilleri taklit ediyorlardı. Sigara içiyorlar, bisiklete biniyorlar ve kollarındaki kasları resmeden broşürler dağıtıyorlardı.

Eşcinsel hakları ise apayrı bir konu olmakla birlikte ilk kez bu dönemde etraflıca ele alınmıştı. 1880’lerde homoseksüel, 1890’larda da lezbiyen terimi İngilizceye girmişti. Başta ölüm cezasına çarptırılan eşcinseller ilerleyen yıllarda idamdan azade olup sadece(!) hapis cezasıyla kurtulabilmişlerdi.

Özellikle 1860’li yıllardan itibaren şehircilikte de önemli atılımlar yapılmış; pek çok alan yeşillendirilmiş, kanalizasyon sistemleri kurulmuş, hava kirliliğine karşı önlemler geliştirilmeye başlanmıştı. Şehirler parklarla donatılmış ve ‘yeşil’in bir lüks değil ihtiyaç olduğu yönündeki anlayış genel kabul görmeye başlamıştı.

İlk zamanlar insanları ürküten Viktorya Devri Londra’sı, dönemin ortalarına doğru insanları iyice şüpheye düşürmüş; fakirlikle birlikte yaşayan sefalet, Londra’yı toplumun geleceği olarak nitelendirip yere göğe sığdıramayanların kafasını karıştırmıştı. Son dönemlerinde ise bir “yeryüzü cenneti” hayal edenlerin inançlarını sulamaya devam etmişti.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol