Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Ölümsüzlüğe Sarılan Kollar: Evlilik

Yazar: Barış Timur

Doğum ve ölüm, ayrılmaz ve kaçınılmaz iki olgudur. Biri için yapılacak tanım, diğerinin kullanımına o denli muhtaçtır ki doğmak bile bir nevi ölmek şartıyladır. Ancak olmayana duyulan arzu, tüm bağımlılıkların sınırlarını zorlamaya yeter de artar. Bu sebeptendir ki insanoğlu, ölümsüzlük hevesi ile birlikte gelmiştir yeryüzüne. Soyun devamı ve geleceğin insanını yaratma isteği ise bu ölümsüzlük arzusunun en somut iki örneğini oluşturmuş, meşrulaştırmış ve kurumlaştırmıştır: Aile ve evlilik.

Yeryüzündeki türlerin büyük çoğunluğunda rastlantısal cinsellik ve üreme egemendir. Yalnızca insan topluluklarında cinsler arasındaki ilişkiler, rastlantısal cinselliğin dışında birtakım kurallar ve normlarla oluşturulan bir değerler sistemine bağlanmıştır. Evlilik, bu ilişkileri düzenleyen kurumun toplumca onaylanmış adıdır. Bu kurum sayesinde, en küçük toplumsal birliktelik olan aile, geleceğe aktarılmış olur. Kişi, sonsuzluk düşüncesine bu iki kurumun ürünü olan çocuk yardımıyla sarılır. Ölümsüzlüğü arayan insan, toplumun kolonlarını dikmeye yine bu sayede başlar. Bu sebeptendir ki toplumun neden ve nasıl var olduğuna yapılacak her atıf, öncelikle aileye ve aileyi meşrulaştıran evlilik kurumuna eğilmeyi gerektirir.

Yeryüzündeki hemen her toplulukta farklı ritüellere sahip evliliğin genelgeçer bir tanımını yapmak oldukça zordur. Bu yüzden, konu hakkındaki literatür, bir tanım arayışının üzerine olmayıp mevcut tanımların eksiklikleri üzerine şekillenmiştir. Örneğin, Amerikalı antropolog George Murdock, evliliği kadın ve erkeğin birlikte yaşadığı, her iki cinsiyetin yeniden üretildiği, ekonomik dayanışmanın, çocuk yetiştirmenin en iyi şekilde sağlandığı ve eşler arasındaki cinsel beraberliğin toplum tarafından onaylandığı bir kurum olarak tanımlar. Ancak Murdock’un tanımına ters düşen birçok yerel uygulamaya rastlamak mümkündür. Tanımda cinslerin birlikte yaşamasına yapılan vurguya karşın Gana’nın Ashanti ve Endonezya’nın Minangkabau kabilelerinde erkek, evlilikten sonra bile annesi ve kız kardeşiyle birlikte yaşamaya devam eder.

Yeni Gine’nin Gururumba yerlilerinde ise eşler, birbirlerinden farklı evlerde uyur ve yalnızca ana yemeğin yenilmesi sırasında bir araya gelirler. Yemeğin yaş, cinsiyet, kan bağı gibi unsurlara göre oluşturulan farklı besin paylaşım gruplarıyla yendiği Zambia’nın Bemba kabilesinde ise, eşlerin aynı grup içinde yemek yemeleri katı şekilde yasaklanmıştır. 1700’ler Avusturya’sının aşağı tabaka evliliklerinde de çiftler, birbirlerinin evinde hizmetçi görevi görecek şekilde ayrı evlerde yaşarlar. Görüldüğü gibi, eşlerin birlikte yaşaması, evliliğin ortak tanımında kullanılabilecek kadar evrensel bir olgu değildir. Benzer şekilde, ekonomik dayanışmanın evliliğin şartlarından olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Örneğin Afrika’nın Yoruba toplumlarında, erkek ve kadının ortak şekilde oluşturdukları bir para havuzu yoktur. Çocuğun ekonomik ihtiyaçları bile anne/baba tarafından değil, ebeveynlerden birinin soyu tarafından karşılanır. Boşanma durumunda, çocuğun ihtiyaçlarını karşılamayan ebeveyne taraf kişinin annelik/babalık hakkı düşer.

Murdock’un 1949 tarihli bu denemesinden sonra Kraliyet Antropoloji Enstitüsü, evliliğin, çocuğun statü ve haklarının belirlenmesindeki rolünü vurgulayan yeni bir tanım geliştirir. Buna göre evlilik, erkek ile kadının bir araya gelmesiyle oluşacak bir birliktelik ve bu birliktelikten doğacak çocukların toplumca meşru kabul edileceği bir kurumdur. İstisnalar -Murdock’ta olduğu gibi- bu tanımın da evrenselliğine gölge düşürür. Batı Afrika’da kadınlardan birinin, koca rolünü üstlendiği eşcinsel evlilikler ve bazı yerli Amerikan halklarının erkek-erkek evlilikleri bu istisnalara örnek gösterilebilir. Çin ve Sudan’da rastlanılan ruh evlilikleri de bu evlilik tanımına uymaz. Partnerlerden birinin ölü olduğu bu evliliklerde amaç, iki toplum arasında daha sıkı ilişkiler kurmaktır. Kişinin hayatta olmayan bir partner ile evlendirildiği ve hayalet evlilik olarak da adlandırılan bu evlilikler, Çin’de bir dönem o kadar yaygınlaşmıştır ki evlilik adaylarının evlenmemiş bir ölü bulmak için yarıştıkları bilinir.

Benzer şekilde, birçok yerel toplumda evlilik ve aile yapılarını inceleyen antropolog Susanna Frayzer’ın tanımında da çocuğun sosyal statüsü ve meşruluğuna yapılan vurgu dikkat çeker. En karmaşık örgütlenmeye sahip toplumlarda bile miras hakkı, evliliğin merkezi konumundadır. Örneğin Güney Hindistan’ın Toda yerlilerinde evli kadın, yalnızca evlendiği kişinin değil, bu kişinin erkek kardeşlerinin de eşi sayılır ve doğacak çocuğa oyuncak yay ve ok hediye eden erkek kardeş, aynı eşten doğacak tüm çocukların babalık ve miras haklarını kabul etmiş olur. Ancak miras hakkının evliliğe dayandırılmadığı toplumlara rastlamak da mümkündür. Burma’nın Kachin kabilesinde, erkeğin evlilik dışı doğan çocuk için kadına veya kadının ailesine ödeyeceği para, çocuğun toplumca meşru görülmesi ve miras hakkından yararlanması için yeterlidir. Sri Lanka Kandyan yerlilerinde ise çocuğun meşruiyeti, daha aşağı bir sınıftan olmaması şartıyla, anneden geçer.

Tüm bu örneklerde çocuk, miras hakkından meşru şekilde yararlanmaya devam eder. Ancak bazı toplumlarda çocuğun haklarının ve meşruluğunun belirlenmesi evlilik ile sınırlandırılmamıştır. 17’nci yüzyılda Kuzey Amerikalı Montagnais Naskapi yerlilerini ziyaret eden Fransız Jesuit misyonerleri, kabile kadınlarının cinsel özgürlükleri karşısında şaşkına uğrarlar. Bir misyoner, yerli erkeklerden birini, eğer karısına sıkı tedbirler uygulamazsa doğacak çocukların hangisinin kendisine ait olacağını asla bilemeyeceği konusunda uyarınca yerli aynı şaşkınlıkla cevap verir: “Siz yalnızca kendi çocuklarınızı seviyorsunuz, biz ise tüm kabilenin çocuklarını.”

Evlilik ve ailede çocuğun önemine yapılan vurguya bir başka örnek, Hollanda’nın resmi aile tanımıdır. Geçmişte hükümetlere aile politikaları konusunda tavsiyelerde bulunmakla görevli Hollanda Aile Konseyi’ne göre, “Bir veya birden fazla çocuğun yetiştirildiği her yaşam ünitesine aile denilir.”

Görüldüğü gibi, hemen her toplumda farklı uygulamalara ve tanımlara sahip olsa da, zaman içinde resmiyet kazanarak sistematik hale gelen aile ve evliliğin, üzerinde yükseldiği sebepler genellikle ortak ve pragmatiktir. Bu anlamda evliliğin kurumsallaşmasındaki en önemli etken, insan yavrusunun uzun süreli bağımlılığıdır. Çocuk, doğduğu andan itibaren üç-dört yıl boyunca tam gün bakıma ihtiyaç duyar. Avcı-toplayıcı ve tarımcı topluluklarda bu durum, fazla sayıda doğum yapan kadının geçim etkinliklerinden uzak kalması anlamına gelir. Bu, kadını geçimini sağlamak için başkalarına bağımlı duruma getirir. Çocuğun ve bakıcısının geçimini güvence altına almanın en yaygın, kültürel olarak tanınmış ve güvenli yolu ise evliliktir.

Evliliğin cinsel rekabet sorununu çözmesi de, pragmatik bir kurum olarak yükselmesinde etkilidir. İnsan türünün cinsel faaliyete sürekli açık oluşu, topluluk için yıkıcı ve çözücü bir rekabete yol açabilir. Ancak evlilik yolu ile sınırları çizilen cinsel birliktelik sayesinde rekabetin önüne geçilir ve sürekli talep edilebilen cinsel ilişkilere bir istikrar kazandırılmış olur. Evlilik, ekonomik işlevi dolaylısıyla da kurumsallaşmıştır. Özellikle erken dönem insanlık tarihinin avcı-toplayıcı topluluklarında, zamanının çoğunu çocuk bakımına ayıran kadın genellikle toplayıcılık yaparken, geçim etkinliklerini gerçekleştiren taraf erkek olmuştur. Bu iş bölümü, karşılıklı bir ekonomik bağımlılık ilişkisi doğurmuş ve evlilik, bu ilişkiyi resmi ve sistematik bir forma büründürmüştür. Evlilik dolayısıyla edinilecek sosyal statü ise bu kurumsallaşma sürecini hızlandıran diğer bir etkendir. Örneğin, Brezilya Amazonlarında yaşayan Mundurucu’larda, bekârlara ve evlenme yaşı geçtiği halde evlenmemiş olanlara toplumsal bir rol tanınmaz.

Ancak modern dünyaya uyarlanma sürecinde en fazla değişiklik yaşayan sosyal kurum aile, dolayısıyla evlilik olmuştur. Kadının ekonomik statüsündeki değişimler ve iş hayatında daha görünür oluşu, gelirin tek elde toplanıp masrafın tek elden yapıldığı geleneksel geniş ailenin ekonomik fonksiyonunu dönüştürmüştür. Benzer şekilde sosyal statünün, kişinin uzmanlaşma yoluyla kazandığı toplumsal mevkiye bağlı olması, ailenin prestij sağlama işlevini dönüştürürken; polis, hastane gibi kurumların sayısındaki artış, ailenin koruyucu işlevinde değişimlere sebep olmuştur. Okulların ve günlük bakım merkezlerinin yaygınlaşması ise ailenin eğitici işlevini yitirmeye başladığına kanıttır.

Tüm bu dönüşümlerin arasında, ailenin en eski ve belki de değişmemiş tek fonksiyonu ise soy aktarımı (çocuk yapma) olmuştur. Aynı noktaya dikkat çeken isimlerden biri olan İbn-i Sina, “Aile Siyasetine Dair” adlı risalesinde, geleneksel aileyi, neslin devamı için üstlendiği role atıfla şu şekilde tanımlar: “Her insan, dünyasında, canını koruyacağı ve vücudunu sürdüreceği azığa, eli altındakileri koruyacağı ve işinden dönünce sığınacağı eve, … , kendisinden sonra neslini sürdürecek ve adını anacak çocuğa muhtaçtır.” (İbn-i Sina, 1993:907-917).

Evliliğin kurumsallaşmasının birincil sebebi olan meşru çocuk, kökenini kadının anneliğinde bulur. Aristoteles’e göre kadının esas varlık nedeni anneliktir. İnsanoğlunun en küçük toplumsal birliktelik olan aileyi geleceğe taşıma isteği, Aristoteles’in tohum ve toprak metaforunda somutlaşır. Buna göre kadın bedeni, erkeğin tohumunu içinde tutan ve besleyen bir araçtır ve toprak ile özdeşleştirilir. Bu toprağın üzerine yeşeren tohum, zamanla ormanı (toplumu) oluşturur. Evlilik tam da bu noktada, toplumların üretimi (production) ve bireylerin yeniden üretimi (reproduction) açısından yerine getirdiği toplumsal işlev sebebiyle değerlidir.

Kadını metalaştırdığı ve onu yalnızca biyolojik bir varlık olarak gördüğü gerekçesiyle eleştirilen Aristoteles’in bu yaklaşımı, kendi dönemi ile sınırlı kalmamıştır. Kadının varlık sebepleri üzerine düşünenlerden biri de Aristoteles’ten yaklaşık 700 yıl sonra yaşamış Aziz Augustinus’tur. Augustinus, kadının erkeğe yol arkadaşı ve yardımcı olarak yaratılmış olamayacağını, çünkü bu rolü en iyi şekilde üstlenebilecek tek kişinin, bir başka erkek olduğunu söyler. Böylece kadının en büyük yararının çocuk doğurmak olduğu sonucuna varır. Bu ve benzeri fikirler, tarihsel gelişim içinde öncelikle Eski Mezopotamya’da ortaya çıktığını gördüğümüz ataerkil düzenin evliliğe bakışı hakkında da birtakım ipuçları verir.

Buna göre, evliliğin kurumlaşması ve yasalarla güvence altına alınmasının bir diğer pragmatik sebebi, erkeğin kadın bedenini denetleme isteğidir. Toplumun çekirdeği olan aileyi inşa edecek nesilleri yetiştiren kadın, bu kontrol mekanizması ile cinselliğinin denetimini erkeğe verir ve evlilik, bu mekanizmayı yasalarla devlet güvencesi altına alır. Böylece ataerkil aile kurumlaşır. Bununla birlikte, kadının cinsel saflığı (bekâreti), üzerinde pazarlık yapılabilen bir ekonomik değere dönüşür. Bu duruma Eski Ahit’te yer alan hukuksal kurallara ilişkin sözlü geleneğin toplandığı metin olan Mişna‘dan bir örnek verilebilir. Buna göre, 12 yaşından küçük kız çocuklarının kendilerine ait bir mülkleri yoktur ve emeklerinin tüm ürünleri babalarına aittir. Mezopotamya’da olduğu gibi burada da kız çocuk, babası için bir ekonomik değer anlamına gelir ve doğal olarak, babanın ayarladığı evliliğe karşı çıkma hakkına sahip değildir. Bu evlilik karşılığında, babaya veya kızın varisine bir ücret ödenir. Bugün sembolik de olsa bu anlayışın izlerine farklı biçimlerde rastlamak mümkündür.

Ülkemizde bazı yörelerde erkek, kızı alıp götürmenin karşılığı olarak mehr öder. Bu konuda, dönemin koşullarına göre reform sayılabilecek değişikliği yapan, İslamiyet’tir. Cahiliye Arapları, mehirsiz bir evliliğin onur kırıcı ve utanç verici olduğuna inanmıştır. Buna göre, verilen mehrin fazlalığı, kadının asaletini ve saygınlığını gösterirdi. Mehri alan kişi ise, baba veya kızın erkek varisiydi. Ancak Kuran, mehr’in kadının babasına değil, kendisine verilmesini kurallaştırır. Ekonomik işlevi ve bu fonksiyonun pratikleri her ne olursa olsun, kadının saygınlık arayışı, geleceğin insanını yaratmaya dair heves ile birleşince evlilik kurumunun önemi daha da artar.

Evliliğin kadın ve erkeğe getireceği saygınlık, özellikle Yahudi geleneğinde açıkça görülür. Buna göre evliliğe bir ideal gözüyle bakılmalıdır. Evlenmeyen kişi, kültürün yok olmasına ve neslin tükenmesine sebep olduğu için suçlu olarak görülür. Bu sebeple bir Yahudi’nin hayattaki en önemli amaçlarından biri, aile kurmaktır. Aileyi kuracak olan akt (sözleşme) ise tek taraflı olup erkeğin beyanına dayanır. Erkek, kadın üzerinde açık bir hâkimiyete sahiptir. Öyle ki boşanma hakkı tamamen erkeğin elindedir. Tevrat’ta evlilik ve boşanma ile ilgili şu sözler yer alır: “İsa şu karşılığı verdi: Kutsal Yazıları okumadınız mı? Yaradan, ta başlangıçtan insanları erkek ve dişi olarak yarattı ve şöyle dedi: Bu nedenle adam annesini babasını bırakacak, karısına bağlanacak ve ikisi tek bir beden olacaklar. Şöyle ki, onlar artık iki değil, tek bedendir. O halde Tanrı’nın birleştirdiğini, insan ayırmasın.”

Aynı coğrafyada Yahudiliğin bağrından doğan Hristiyanlık, ataerkil Yahudi anlayışlarının bir kısmını beraberinde taşısa da çokeşliliği (poligami) reddetmesi ve erkeğin ayrıcalığı olan boşanmayı zorlaştırmasıyla önemlidir. Bu, kadını evlilik içinde güvenceye kavuşturur. Dönemin şartları göz önüne alındığında, evlilik ve aile konularında görece eşitlikçi bir yaklaşım sunan Hristiyanlık, bu sebepledir ki öncelikle köleler ve kadınlar arasında yayılmıştır. Bu konuda Katharine Moore, kadınları Hristiyanlığa çeken şeyin, bireye saygı olduğunu söyler: “Ne kul ne de azatlı vardır, ne de erkek ve dişi vardır; çünkü Mesih İsa’da siz hepiniz birsiniz.” (Paulus’un Galatiahlara Mektup’u, Bap 3:28). İsa’nın dirilişine tanıklık eden, kadınlardır. Benzer şekilde İncil’de, çarmıha gerilirken İsa’yı terk etmeyen, annesi Meryem ve Meryem’in kız kardeşi Mecdelli Meryem’e özel olarak atıf yapılır.

Aynı görüş, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde azizlik mertebesine ulaşanların birçoğunun kadın oluşu ile de desteklenebilir; ancak Hristiyanlığın evlilik ve bekârete yaklaşımı, konuyu farklı bir düzleme taşır. Artık kadınlar için tek seçenek evlilik değildir. Hristiyanlık’ta bekârlığın üstün görülüşü, Greko-Romen dünyanın ahlâksızlıklarına bir tepki olarak yükselişi ile ilişkilendirilse de, bekârlığı yücelten başka unsurlar da vardır. Artık kadın, bekâretini koruyarak kendini tanrıya adayabilir ve “İsa’nın nişanlısı” olabilir. Böylece Havva’nın işlediği ilk cinsellik günahının sonuçlarını çekmekten kurtulmuş olur. Yukarıda bahsedilen ataerkil toplum düzeni ile birlikte düşünüldüğünde bu, kadına bir iç değerlilik iddiasında bulunma hakkı getirir. Ancak ataerkil düzenin oluşturduğu iktidar ilişkileri kolayca çözülmez ve en arzulu erkek şakirtler dahi bu ilişkilerin devamında ısrarcıdır. Örneğin Aziz Pavlus’a göre evlilik ancak “ateşte yanmaya göre”  daha iyidir.  

Zina suçunun işlenmesi ihtimaline karşı evlilik, en son aşamada başvurulabilecek bir kalkandır. Bekâretin korunmasına verilen önem, burada bir kez daha görülür. İffeti korumanın ve nesli sürdürmenin yolu evlilikten geçmektedir: “Evlenen kadın kocasına, Rabb’ine tabi olduğu gibi tabi olacaktır.” (Pavlusun Efesoslulara  mektubu, V/22-23). Pavlus’un kadına biçtiği rol bellidir; kadın, erkeğe hükmetmeye çalışmayacak, çocuklar doğuracak (doğururken çektiği acılar Havva’nın günahının kefareti olacak) ve bu çocukları iyi birer Hristiyan olarak yetiştirecektir.

Bu görüşleriyle Aziz Pavlus, Hristiyanlık’ta cinsiyet ayrımının pekiştirilmesinden sorumlu tutulur. Ancak Amerikan din bilimci Ben Witherington, Pavlus’un bu söylemlerinde bile, dönemin Yahudi metinlerinde veya Hristiyan olmayan toplumlarının yasalarında göremeyeceğimiz derecede eşitlikçi bir yaklaşım bulunduğuna dikkat çekerek Korintoslulara I. Mektup’un 7. Babını örnek verir: “Koca karısına ve böylece de karı kocasına hakkını eda etsin.” (7:3). Fakat İslam da dâhil olmak üzere, hemen hemen aynı coğrafyada kök salmış üç İbrahimi dinin de cinsiyetler konusundaki öğretilerinin pratikteki uygulamaları, ataerkil bir yol seyretmiştir. Unutmamak gerekir ki her üç dinin de kadının konumunu “ana” olarak yüceltmesi, onların statü ve saygınlığında kendiliğinden bir yükseliş anlamına gelmemiştir. Örneğin, ana figürüne saygının fazlaca yüceltildiği Latin Amerika kültürleri, aynı zamanda erkek egemenliğinin en güçlü olduğu kültürlerdendir.

Evlilik kurumu, Kuran’ın da yer verdiği bir konu olup hadisler ile de teşvik edilmiştir. Bu açıdan yalnızca “mahrem” sayılanlarla ve putperestlerle evlenme hususunda kısıtlama getirilmiştir. Bunun yanında, erkeğin maddi durumu ve evlilik arasında bir bağ da kurulmuş olup bu konu, hadislerle desteklenmiştir: “Ey gençler! Sizlerden hanginizin evlenmeye gücü yeterse evlensin.”  Boşanmaya ise hoş bakılmamakla beraber, şiddetli geçimsizlik ve zina suçunun sabit olması durumlarında izin verilmiştir. Benzer şekilde Katolik ve Ortodoks Kiliseleri, zina dışında hiçbir sebeple boşanmayı hoş karşılamaz. Ancak Protestan Kiliseleri, bu konuda daha ılımlı bir yaklaşım sergiler.

Görüldüğü gibi, evliliğin ortak tanımı ve pratikleri üzerine kesin tanımlar yapmak, hem antropolojik hem de dini-tarihi anlamda mümkün değildir. Dahası, güncel ve anlık ihtiyaçlara göre şekillenen diğer toplumsal ve ekonomik anlamları sebebiyle de evlilik, evrensel bir tanımı kabul etmez. Bugün, yalnızca ekonomik refaha ulaşma amaçlı yapılan evliliklere rastlanılabildiği gibi, güç ve iktidar elde etmek için yapılan veya şöhret ve prestij isteği üzerine kurulan evliliklerle karşılaşmak da mümkündür. Bu güncel ve anlık ihtiyaçlar, toplumsallık ve iş bölümü gibi daha birçok unsura göre değişiklik göstererek evliliğin tanımını değiştirse de evlilik hakkında binyıllar boyunca yerine getirdiği işlevler noktasında bir genelleme yapmak mümkündür. Bu anlamda evlilik, kadın ve erkeğin cinsel ihtiyaçlarını ve beraberliklerini toplumca kabul edilen bir meşruluk çerçevesine oturtan bir kurumdur ve birincil işlevi, ölümsüzlük düşüncesine vurgun insanoğlunu, dolayısıyla toplumu ve onun kültür birikimini, nesiller boyunca aktarmaktır.

Kaynaklar

Fatmagül, Berktay. (1996). Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın. Metis Yayınları.

Marina, Adshade. (2008). The Origins of the Institutions of Marriage. QED Working Paper.

Sprey, Jetse. (2009). Institutionalization of the Family and Marriage: Questioning Their Cognitive and Relational Realities. Case Western Reserve University.

Nancy, Cott. (2002). A History of Marriage and the Nation. Public Vows.

Topcan, Özlem. (2010). Yahudilik ve Hristiyanlık Din Geleneklerinde Toplumsal Cinsiyet. Ankara Üniversitesi.

Malkoç, Sabri vd. (2014). Semavi Dinlerde Aile-Evlilik Anlayışı ve Eşlerin Birbirine Karşı Tutumu. Yalova Üniversitesi.

Erdentuğ, Aygen. Çeşitli İnsan Topluluklarında Aile Tipleri. Ankara Üniversitresi.

Godoy, Jack. (1983). The Development of the Family and Marriage in Europe. Cambridge University Press.

Godoy, Jack. (1989). The Oriental, the Ancient and the Primitive. Cambridge University Press.

Coontz, Stephanie. (2005). Marriage, a History: How Love Conquered the Family. Penguin Books.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol