Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlık'ı Kabulü

Yazar: Selman Öztürk

Roma İmparatorluğu ile Beraber Hristiyanlık’ta Eksen Kayması

Adı Karl Jaspers tarafından konulan ve M.Ö 8. ile M.Ö 3. yüzyıllar arasındaki dönemi kapsayan Axial Age, ahlaki ve fikirsel öğretilerin Çin’den Yunanistan’a kadar uzanan yeni bir değer kazandığı ve Konfüçyüs, Buda, Sokrates gibi yol gösterici ve düşünürlerin birbirlerine yakın dönemlerde yaşadığı bir çağdır. Bu çağdaki öğretiler, ayinlere ve uygulamalara derinden bağlı olmayan ve daha içselleşmiş bir dinin gerekliliğini vurguluyorlardı. Axial Age ile birlikte toplumlar, temple priests‘den moral leaders’e; communalism’den individualism’e doğru bir eğilim gösterdiler. İbrani peygamberler, kendi eksenel yenilikleriyle bağdaşmadığını düşündükleri eski mitlere karşı sıkı bir savaşa girişseler de, toplumların sosyoekonomik ve politik yapılarının, Axial Age’in genel öğretileri üzerine temellenmesini engelleyememişlerdir.

Kabile toplumlarının birleşmesi, daha genel normlara ihtiyaç duyulması ve şehir yapılanmaları, bunun birer örneği olarak görülebilir. Bu birleşmeler, insan ilişkilerinin evrimsel sürecini hızlandırmış ve bireyi ön plana çıkartan aydınlanmacı zihniyeti geliştirmiştir. Hristiyanlık, bu tarihi gelişmelerden birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkmış ve çekirdeğinde aynı öğretileri barındırmıştır. Öyle ki, günümüzde Budizm ve Hristiyanlık bağdaştırılmakta, karşılaştırılmakta, aynılıkları ve farklılıkları tartışılmaktadır. Hristiyanlık, -öğretilerinin genel şablonuna uygun olarak- kurumsallaşmaktan uzak ve daha aydınlanmacı bir ahlaki öğreti ile kendini gösterir. Hatta, İncil’de geçen aşağıdaki anlatıda, Hz. İsa’nın, dini öğretiyi devletten uzak olacak şekilde, Tanrı ve insan arasında tuttuğu açıkça görünür:

Peki, söyle bize, sence Sezar’a vergi vermek Kutsal Yasa’ya uygun mu, değil mi?”

İsa onların kötü niyetlerini bildiğinden, “Ey ikiyüzlüler!” dedi. “Beni neden deniyorsunuz? Vergi öderken kullandığınız parayı gösterin bana!” O’na bir dinar getirdiler.  İsa, “Bu resim, bu yazı kimin?” diye sordu. “Sezar’ın” dediler. O zaman İsa, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” dedi (Matta)”

Fakat, Roma İmparatorluğu’nun ilerleyen dönemlerinde kilise, yönetimin etkili unsurlarından biri haline gelir. İmparatorluğun büyük çoğunluğunu Hristiyan tebaanın oluşturmaya başlamasıyla birlikte kurumsallaşma sürecine giren Hristiyanlık, ilk öğretilerinden uzaklaşmak mecburiyetinde kalır. Çünkü, evrensel ahlaki öğretiler ve aydınlanmacılık yerine siyasal, toplumsal ve ekonomik kaygılar ön plana çıkmaya başlar. Axial Age ile birlikte toplumlar, temple priests’den moral leaders’e; communalism’den individualism’e kaymışken, Hristiyanlık’ın -Roma’dan itibaren- bu değişimlerin tam tersi yönde ivmelenmesi, bir eksen kayması olarak değerlendirilmeye müsaittir. Bu değişim, Roma ile sınırlı kalmamış ve Orta Çağın’ın filozofik okulu olan skolastizm ile en yüksek seviyelerine ulaşmıştır. Fakat, bu eksen kaymasını teolojik ve mistik bir açıdan ele almak, study of religion konseptinin dışında kalacaktır. Çünkü, dini fonksiyonlar, dönemin gereklilikleri ölçüsünde, farklı şekillerde yorumlanmış ve kullanılmıştır. Bu bağlamda, study of religion’ın ana ekollerinden biri olan functionalist teorinin bakış açısını kazanmak, incelenen konuyu daha sağlam bir bilimsel platforma taşıyacaktır.

Functionalist teorinin temelde savunduğu gibi, dini mümkün kılan şey, fonksiyonlardır. Buna göre, social complexity ve dini pratikler arasında karşılıklı bir uyum ilişkisi vardır, yani birbirlerini besler ve birbirlerine göre şekillenirler. Toplum -tıpkı bir organizma gibi- hayatta kalmak için, temel ihtiyaçları farklı enstitüler tarafından gerçekleştirilen belirli fonksiyonların performansına ihtiyaç duyar. İşlevselciler için, düzeni mümkün kılan şey; toplumsal uzlaşı, paylaşılan normlar ve birlikte izlenilen değerlerdir. Bu bağlamda dini enstitüler, sosyal dayanışmayı sağlamak için belirli rollere sahiptir. Durkheim’a göre, semboller ve ritüeller, muhteşem bir gücün ortaya çıkmasını sağlar ve bu, dayanışmayı güçlendirir. İşte bu dayanışma, Hristiyanlık’ı kabulü sırasında ekonomik ve siyasal kriz içerisindeki Roma’nın en çok ihtiyaç duyduğu unsurdur. Roma, dinin bu fonksiyonunu başarıyla almıştır. Üstelik, Hristiyan tebaanın hızlı artışı, bu fonksiyonu daha işlevsel kılmıştır. Fakat Roma’da Hristiyanlık, henüz güçlü bir fonksiyonu yokken bastırılmış ve ötelenmeye çalışılmıştır. Hristiyanlık’ın baskı gördüğü ve kabul edildiği dönemler incelendiğinde, kabulün fonksiyonel nedenlerle gerçekleştiği daha açık görülür.

Roma İmparatorluğu ve Hristiyanlık

Roma’da, Diocletianus zamanında artmakla beraber Constantin dönemine kadar, Hristiyanlar’a şiddetli yaptırımlar uygulanmıştır. Bu durum, kilisenin güçlenişini beraberinde getirmiş ve Roma içinde bazı krizlere neden olmuştur. Ardından Constantin, savaş öncesi gördüğü rüyanın etkisiyle Hristiyanlık’ı benimsemiş ve bu sayede, tebaasının büyük çoğunluğunu silah kullanmadan kontrol altına alabilmiştir. Ancak, bu dönemden itibaren Hristiyanlık’ın, Roma’da üstün bir güce sahip olduğu söylenemez. Aksine, Constantin’in hemen ardından gelen Julianus döneminde, kilise iyice zayıflatılmıştır. Julianus, yıllar önce Hristiyan olarak vaftiz edilmiş ancak, kendisini Hristiyan olarak görmemektedir.

Hükümdarlığı döneminde amcası, üvey babası Constantin, kuzenleri ve üvey kardeşleri Constans ve II. Constantinus tarafından, Paganlık’a getirilen kısıtlamalar ve cezalandırmalar kaldırılır. Hatta, benzer kısıtlamalar ve gayri resmî cezalandırmalar bu kez Hristiyanlık için getirilir. 362 yılında Pagan tapınakları yeniden açılır ve tapınak mülkleri yeniden tesis edilir. Sürgüne gönderilmiş olan Hristiyan piskoposlar geri çağrılır. Geri gelen Ortodoks ve Ariusçu piskoposlar, sürtüşmelerine kaldıkları yerden devam ederler. Theodosius dönemiyle birlikte Hristiyanlık tekrar yükselir ve Roma’nın resmi dini haline gelir. Yine bu dönemde, Atina Olimpiyatları Pagan ritüeller taşıdığı gerekçesiyle yasaklanır.

DİOCLETİANUS

Roma devlet hayatında din, önemli bir yere sahipti. Devleti ilgilendiren her iş için, yapılmadan önce, tanrıların arzusunu öğrenmek gerekirdi. Diocletianus’un din politikası, muhafazakar karakterde idi. Dini hususlara dikkat etmek, imparatorun vazifelerine dâhildi. Bu sebeple Roma, örf ve adetlerini korumaya çalışmıştır. Diocletianus, ateşli bir Pagan’dır ve Hristiyanlar’ın son ve en büyük takibata uğrayışı ile birlikte anılmaktadır. Yalnız, kurduğu tetrarchi ile, kendisini imparatorluğun ikinci bir kurucusu seviyesine ulaştıracak idari değişiklikler yapması, kötü şöhretini bir nebze temizlemektedir. Decius (249-251) ve Valerianus’un (253-260), kilisenin kuvvetini kırma teşebbüsünü takip eden yıllarda Hristiyanlık, dini konumunu sağlamlaştırmış ve “devlet içinde devlet” olacak kadar kuvvetlenmiştir. Bu bağlamda, Diocletianus’un eski yaşantısı, kutsiyetlerine bağlılığı ve Pagan ibadetlerini canlandırması, büyüyen ve hırslı kilisenin karşısındaki tutumunu sorgulanır kılmıştır.

Başlarda sorun büyük değildir. Kilise, mücadeleye hevesli görünmemekte ve faal bir tahrikte bulunmamaktadır. Yaklaşık 295 yıllarında, Diocletianus, orduyu bir nevi tasfiyeye başladığı zaman, ordu içindeki Hristiyan unsurları ortadan kaldırmak istediğinde, bu baskının nereye kadar uzanacağı hala belirsizdir. Eğer, 303 yılında çıkarılan fermana da tesir etmiş olan bu şiddet politikasının sebepleri araştırılacaksa, bunu, askeri problemlerin öncelikli öneme sahip olduğu saltanatın ilk dönemlerinde, yapmak icap eder. Dini ilgilendiren meseleler, büyük savaşların sonuna bırakılmıştır.

Bir dönem Persler ile sulh akdedilince, Diocletianus, zihninde tasarlamakta olduğu dâhili organizasyona dönme konusunda artık serbest kalır. İstikbalde, imparatorluk otoritesinin dayanacağı kuruluşları emniyet altına almağa çok fazla istekli olduğundan, Hristiyan kilisesini yavaş yavaş arzularına boyun eğdirmeye çalışır. Bu dönemde imparatorun şahsi itikadı, Roma’yı, Roma Tanrıları’nın yükselttiği şeklindedir. Bir başka deyişle, düşüncesiz bir yenilik, Tanrıların öfkesini imparatorluk üzerine çekmeye oldukça müsaittir. Düşüncede ve sosyal adalette ihtilalcı bir mana taşıyan Hristiyanlık ise, imparatorlukta ibadet edilen Tanrılar’ı, bundan böyle kötü olarak addedilebilir ve bu, sosyal düzenin kontrol dışına çıkmasıyla beraber top yekûn bir bozulmaya sebep olabilirdi.

Romalılar, dinlerine fazlaca bağlı bir millet olarak, bir Tanrı himayesi duygusu altında yaşamışlardır. Senato, umumi yaşantının koruyucusu olarak, an’anevi ibadete bakmakta, Doğu felsefesi ve dinlerini Roma’dan uzakta tutmaya çalışmaktadır. Örneğin, M.Ö 186’da Bacchanalia kültü gibi yıkıcı bir kültü Roma topraklarından menetmektedir. İmparatorluk, aynı ruhtaki benzer problemlerle bundan önce de karşılaşmıştır.

Domitianus (81-96) da Hristiyanlar’a eziyet etmiştir. Plinius, M.S 112’de Bithynia’dan Traianus’a, kilisenin artan etkisi karşısında nasıl hareket edileceğini sormaktadır. Traianus, bunların takibini istemektedir (non sunt exquirendi) fakat, Hristiyanlık’ta ısrar edenlere gözdağı verildikten sonra, ölümle cezalandırılabileceği prensibini de kabul etmektedir. Bu durum uzun müddet devam eder. Hadrianus (117-138) gibi ağır başlı imparatorlar, Hristiyanlık müdafileri, dinlerini selahiyettar kimselere methetmeye çalışırlarken, ihbarcıları, hayal sükutuna uğratmışlardır. M.S 117’de Marcus Aurelius (161-180) idaresi sırasında Lugdunum’da büyük bir takibata maruz kalırlar. Commodus, bu durumu soğukkanlılıkla karşılar. Septimus (193-211) daha haşin davranır, fakat onun hanedanı, tamamen müsait bir tutum takınmıştır.

Kilisenin bir bütün olarak takibata tabii tutulması, muhtemelen Maximinus I (235-238) tarafından planlanmış, Traianus Decius tarafından uygulanmaya başlanmıştır (249-251). Decius, kilisenin bütün tabilerini şiddetle kurban eder. Birçokları kaçıp gider, fakat bu takibata Valerianus tarafından (253-260) devam edilir. Ancak 259’da, İmparator Gallienusi kilise ile bir barış düzeni kurar. Bu anlaşma, Aurelianus ile (270-275) tehdide uğrar, ki bu durum 296’ya kadar sürüp gidecektir. Yani, Diocletianus, orduyu ve sivil halkı Hristiyanlar’dan temizlemeye başlayana kadar, bu tehdit durumu devam edecektir. 303’de Diocletianus, Galerius’u Hristiyanlar üzerine sevk eder ve açıkça bir takibe geçilir. Çok kanlı bir takibat başlar. Bu, kilisenin tahribine kadar devam eder. Binalar tahrip edilir, kitaplar yakılır ve Hristiyan önderler tevkif edilir (Akşit, 1970, 224-225). Fakat, 311’e gelindiğinde Galerius tolerans gösterir.

Constantin ve Milano Fermanı

Diocletianus, “vir rei publicae necessarius”, devletin muhtaç olduğu kimse idi. İmparator Constantin, Diocletianus’un kurduğu imparatorluk sisteminin üzerine kendi reformlarını inkişaf ettirmiştir. Constantin’in ekonomik ve siyasi krizlerden kurtulması, iç düzeni sağlamaktan geçmektedir. Hristiyanlar’a karşı tutumu, bu amacını fazlasıyla kolaylaştırmıştır. Kendisinin Hristiyanlık’ı kabülü, gördüğü bir rüya ile sembolleşmiştir. “Bizans İmparatorluğu’nda, Caesarea’lı tarihçi Eusobius’un aktarımına göre, M.S 4. yüzyılda, Milve Köprüsü’ndeki savaş öncesinde -belki de savaş sırasında- Büyük Konstantin’in gökyüzünde ve rüyasında gördüğü işaretler anlamlıdır. Eusebios, “Vita Konstantini” (Konstantin’in Hayatı) adlı eserinde Konstantin’in yaşadığı olayı şu şekilde aktarmaktadır:

Büyük Konstantin savaştan bir gün önce ya da savaş sırasında gökyüzünde haç işaretini yani Chi (X) ve Rho (P) harflerini ve ‘EN TOYTOÛ NIKA’ “bununla fethedeceksin” yazısını görmüştür. Chi (X) ve Rho (P) Christos ‘ΧΡΙΣΤΟΣ’ isminin ilk iki harfine karşılık gelmektedir. Buna, Christomonogram (İsa Monogramı) denir. Eusebios’un aktarımına göre, bu olaydan sonra İsa, aynı işaretle Büyük Konstantin’in rüyasına girer. İsa, ona seferde kullanmak üzere bu işaretlerden oluşan () haç şeklinde labarum (flama) yaptırmasını ve bu işareti kalkanlarına bastırmasını, bunu yaparsa savaşı kesinlikle kazanacağını söyler. Büyük Konstantin, İsa’nın dediklerini yapar ve M.S 8 Ekim 312’de, Milve Köprüsü’nde, Maxentius ve ordusunu bozguna uğratarak savaşı kazanır. Bu savaştan sonra Büyük Konstantin, Doğu İmparatoru Licinius ile tanışmak için M.S 313’de Milano’ya gider. Burada iki imparator, kimseye inancı nedeniyle zulüm edilemeyeceğini, her tür inancın hoşgörüyle karşılanacağını öngören Milano Fermanı’nı ilan ederler. Böylece, Hristiyanlık dini tanınmış olur (Özcan & Taş, 2015).

Şubat ayı başlarında Atlantik Okyanusu’ndan Dicle Nehri’ne kadar uzanan devasa Roma dünyasının batı yarısını kontrol eden Constantinus ile doğu yarısının hâkimi olan Licinius, Milano’da buluşur. Bu buluşmanın gündeminde, imparatorluk yönetimini yeniden düzenlemenin yanı sıra, iki imparator arasında akrabalık kurmak ve Hristiyanlara karşı izlenen politikaları gözden geçirmek de vardır. Constantinus kız kardeşi Constantia, Licinius ile evlendirilir. Böylece iki Augusti, akraba olurlar. Bu toplantıda, devletin din politikası gözden geçirilir ve on yıldan beri takibata maruz kalan Hristiyanlar’a karşı “tolerans politikası” izlenmesi kararı çıkar. Bu karara ilişkin “tolerans fermanı” Milano’da yayınlanmamasına karşın, Hristiyanlar’a hoşgörü politikası tarihte hep Milano Fermanı‘yla (Edictum Mediolanense) anılagelmiştir.

Peki, Roma’nın Hristiyanlar’a baskıdan birden vazgeçmesinin, hatta ileride Hristiyanlık’ı resmi din haline getirecek bir ortamın oluşmasının asıl sebebi neydi? Kırılma noktasını oluşturan şartlar hangileriydi? “Bu soru Batı Eskiçağ tarih literatüründe çoktan soruldu ve farklı perspektiflerden cevaplanmaktadır. Ancak, cevapların çoğunda merkezi rol, Constantinus’a verilmekte ve batı literatüründe hakkında hiç müstakil biyografisi yer almayan Licinius, neredeyse görmezden gelinmektedir. Bunun sebebi, Milano Fermanı ile Licinius’un tahtını kaybettiği 324 yılındaki Chrysopolis (Üsküdar) Savaşı arasındaki siyasi gelişmeler ve Licinius’un Hristiyan yanlısı politikasından bir süre sonra vazgeçip, Hristiyanlar’a yeniden baskı uygulamaya başlaması olabilir.

Constantinus’un Hristiyan yanlısı politika izlemesine sebep olarak, kendisinin Hristiyanlık’a sempati duyması, 312 yılındaki Milvius savaşını kazanmasında Hristiyanlar’ın tanrısının kendisinden yana olduğuna inanması ya da öyle ilan etmesi ve Diocletianus’un uyguladığı son büyük baskı politikasının ilk aşamalarına Nicomedia’da bizzat şahit olarak Hristiyanlar’ın dirayetine hayran olması gibi nedenler ileri sürülebilir. Bunların dışında, ikna edici argümanlardan birisi de, Constantinus’u siyasi bir fırsatçı olarak tasvir etmektedir. Yani, örgütlü ama kurumsallaşmamış bir topluluk olan Hristiyanlar’ın, Roma dünyasının en uç noktalarına kadar ulaşabileceğini fark eden imparator, devletin başı olarak kiliseyi kontrol edebildiği zaman, bütün Roma dünyasını kontrol edebilecektir.

Zaten Constantinus’un İznik Konsili’nde, Hristiyanlar’ı merkezi bir çatı altında toplama girişimi ve kendisinden sonra gelen imparatorların da aynı kaygılarla, kiliseyi ısrarla kontrol altına almaya çalışmaları şaşırtıcı değildir. Diğer yandan, ölümünden hemen önceye kadar vaftiz olmaması da bu argümanı destekler niteliktedir (Kaçar, 2013). Aslında, vaftiz olup olmadığı konusu kaynaklarca tartışılmıştır. Bir diğer argümana göre, 337 yılında ölümünden birkaç gün öncesine dek, Hristiyan vaftizini ertelemiştir. Bunun sebebi, hem Hristiyan hem de Pagan gruplardan aldığı siyasi desteğin sürmesini istemesidir.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol