Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Soykırım Kavramına Raphael Lemkin ve Hannah Arendt’in Bakışı, Soykırım Fiili ve Devlet Aklı Doktrini İlişkisi, Foucault’nun Biyopolitika Tartışması Bağlamında Soykırım Fiili

Yazar: Ayşegül Karayama

Ey dost, ey kardeş, ey kandaş

Aya vardığında

Çiçeklerin soykırım tarihini yaz.

Füruğ Ferruhzad

İnsanlık tarihi boyunca birçok şeyi değiştiren soykırım kavramını inceleyen önemli isimlerden ilki Raphael Lemkin olmakla beraber, onunla birlikte soykırıma dair bakış açısıyla diğer yandan da Hannah Arendt gelmektedir. Lemkin ve Arendt soykırım kavramının algılanışı konusunda günümüze kadar farklı bir söylemle ayrılmışlardır. Öncelikle Arendt’in, Lemkin’in bahsettiği haliyle soykırımı geniş bağlamda ele almadığı bilgisiyle, diğer yandan Lemkin çok daha önce bu kavramı ortaya koyarak (1948-genocide) günümüze kadar –muhtemel ki daha sonrasında da- kabul görmesini sağlamıştır.

Arendt’i Lemkin’den ayıran en önemli söylemi soykırım fikrinin daha çok Yahudi Soykırımı ile anılması gerektiği ve bunun emsalsiz olduğu, bundan öncesindekilerin zaten hukuken soykırım sayılmadığıdır. Bu bağlamda Arendt’in Yahudi Soykırımı öncesinde gerçekleşen katliamları soykırım olarak adlandırmamasının sebeplerinden biri de yeni bir yasayla kabul edilen kararların yasadan önceki yıllarda yaşanmış durumlara, suçlara uygulanamayacağı fikri olabilir. Lemkin de bu durumun farkındadır. Ancak Ermeni Soykırımı da insanlığa karşı işlenmiş suçlardan sayılsa da o yine de soykırımı Yahudi Soykırımı ile biricik görmüş, emsalsiz olduğunu dile getirmiştir.

Arendt’e göre bu yeni suçun mahiyetini anlamak için soykırımın amacına bakmak gerekir, keza Lemkin ile tanım noktasında benzeşirler de ama Arendt her şekilde, örneğin 1915 Ermeni Soykırımı’nı bir “pogrom”[1] olarak Holokost’tan ayrı görmüştür. Arendt’ten aktaran Sezer’e göre soykırım: “[…]Bizatihi insan çeşitliliğine, yani, ‘insan statüsünün’ belirleyici bir özelliğine yönelik bir saldırıdır” (Sezer, 2015). Bunu söylerken sınır dışı etme veya tehciri zaten ayrı tutarak özellikle kitlesel katliamın da soykırımla bir tutulmaması gerektiğini söylemiştir.

Bununla beraber Arendt’in hocası olan Karl Jaspers bunların hepsinden önce meseleyi “suç” bağlamında ele alarak o güne kadar gerçekleşmiş bir sessizliği bozmuş ve soykırım tartışmalarına temel olmuştur. Jaspers, suç kavramını ele alırken salt hukuki değil ahlaki boyutunu da oldukça önemsemiştir. Bizatihi ileride yaşayacağımız toplum biçimi, geçmişe dair tüm sorulara ve verilen cevaplar ile geçmişle yüzleşmemize bağlıdır diyerek Alman halkını “sorumluluk” çerçevesinde eleştirerek bu meseleyi de soykırım-halk ile birlikte düşünür.

Yine Jaspers, “bir kolektif suçtan söz edilecekse Alman halkı yaptıkları ve sonuçlarından kaçtığı için suçludur” demiştir. Bu sorumluluk bağlamında Arendt’in ise memurların vb. “itaat ettik, yasaya uyduk” söylemlerine karşın “itaat bir erdemdir ancak bir irade sahibi insan itaat etmemelidir ve itaat ile rıza karıştırılmamalıdır.”

Söylemi önemlidir. Lemkin ise, Arendt’e karşı ama Arendt’ten önce, soykırım kavramını icat ettiği süreçte soykırıma “millet ve etnik grupların imhası” diyecek ve bu minvalde de Holokost öncesinde gerçekleşen Ermeni Katliamı’nı, bu tanıma içkin tüm katliamları da ele alacaktır. Ona göre soykırımın Arendt’ten farklı olarak bu kadar geniş ölçekli olmasına en yetkin savı kuşkusuz şu şekildedir: “Soykırım, milli grubun varlığına karşı işlenir ve kapsadığı eylemler bireyleri birey sıfatıyla değil, söz konusu milli grubun üyeleri oldukları için hedef alır” (Sezer, 2015). Ve ona göre soykırımın amacı, nedenleri onun için önemsizdir, bunların üstünde durmak gereksizdir.

Ona yöneltilen eleştirilerde ise Arendt’in 1915’i emsal olarak kabul etmemesi bir yana Lemkin de Holokost’u 1915 kadar ele almamış, güçlü bir emsal olarak sunmamış olduğu fikri yer alır. Fakat Lemkin her şekilde Holokost’u da, Ermeni Katliamı veya daha öncekileri de -olabilecek sonrakileri de- “soykırım” olarak ele alıp (koşullarınca) en azından hangisinin daha çok soykırım olduğunu veya emsal olup olmadığını tartışmamıştır. Neyin, nasıl soykırım olduğuna bakmıştır daha çok. Bilhassa emsalsizliğin, emsalsiz olduğunun savunusunu da tehlikeli buluyor Lemkin. Soykırım fikrine yalnızca Holokost’u koymayarak birçok grubun ortadan kaldırılmasının görülmesini sağlamaya çalışıyor. Kısaca “her şeye de soykırım demeyelim ama sadece Nazilerin yaptığına soykırım diyemeyiz, meseleyi biriciklikle göremeyiz” der Lemkin.

Diğer yandan bahsettiğimiz yeni yasada verilen “kararın geçmişe uygulanmaması, geri yürümezliği” ilkesi bağlamında düşünürsek Lemkin’den hareketle; “kavram 1948’de ilan edildiyse diğer tüm yok edilmelere, imhalara “soykırım” demeyeceksek meseleleri nasıl göreceğiz?” Sorusuyla karşı karşıya kalmaktayız ancak bu ilke gibi bu ilkenin varlığı bilgisi de dâhil hiçbir öteleme, Ermeni Katliamı veya Kayıp Nesiller (Aborjinler)’den Holokost’a, Kamboçya Katliamı’ndan 1993-94 Ruanda Katliamı’na çoğu katliamın bugünkü anlamıyla “soykırım” olarak anılmasını değiştir(e)memiştir. Bu oluşum ise gelişen diğer sosyo-politik olaylarca ve nesillerin algılayış, değerlendirme biçimleriyle inşa olmuştur. Keza o zamandan beri bahsettiğimiz kavram ve olayların anlam kapasitesi de hala gelişmektedir.

Diğer bağlamda ise “devlet aklı” bulunmakta, soykırım ile devlet aklını birlikte düşündüğümüzde de aklımıza artık “unutulan”, “unutturulmaya çalışılan” soykırımlar ve böyle olmasının nedeni-amacı gelmektedir. Peki, bir sistem bu bilinç-irade yönetimini diğerleri adına nasıl gerçekleştirir? Yukarıda bahsettiğimiz sorumluluk bilincinden hareketle, halkın göz yumdukları ve devleti için -rıza gösterdiği devlet- takındığı sessizlik tutumları da suç sayılmaz mı? Bunu gerçekleştiren devlet, kullandığı tüm stratejileri ile halkın dilini benimseyerek -bunu kullanarak- halkın da devletin dilini benimsemesine sebep olmuştur.

Bir yıkım ve yeniden yapılanma sürecinde neredeyse bütün gelişmiş veya gelişmekte olan topluluklar geride bırakmak istedikleri kendinden olanlar için kendinden olmayanları yok etmeye veya değiştirmeye çalışır. Bu durum Türkiye için 1910-1922 yılları arasında, erken dönem yapılanma süreçlerinde -daha sonrasında yine bir uluslaşma çabası içerisindeyken de- kendini bir öteleme, ya kendi gibi yapmaya zorlama ya da imha etme şeklinde gelişmiştir. Dolayısıyla devletin uluslaşma sürecinin bu ayrıştırma hali içinde bulunması oldukça önemlidir. Bu süreçte zaten toplumlarda yoğun bir asimilasyon, zorla kültürleme vb. görülmekteydi. Bu ayrıştırmaların amacı ise devletin kendi yararına, homojen bir toplum meydana getirmekti.

Bu yaptırımlar içerisinde asimilasyon veya kültürleme şimdiye kadar en makulleri diye bilinmiştir çünkü soykırım, pogromlar gibi fiziki bir yok etme görülmemiştir. Ancak bunların soykırıma birer araç olduğu ve aynı amaçta toplandıkları da tartışılmaktadır. Bu fiziki yok etme hususunda 20. yy’ın özellikle ilk yarısında -ilkel dönemlerde de görülmekle beraber- yakarak yok etme eylemleri bilinmektedir. Örneğin, yakarak yok etmek kadim zamanlarda, Tarım Devrimi’nden hemen sonra, toplulukların “kendisi için yer açma” amacıyla yapılmıştır. Kararı verenlerce üstünde herhangi bir şeyler yapmak için yakılarak açılan bu alanlar ve 20.yy’da insan eliyle yapıldığı öngörülebilen mahalle, ev, dini mekânların yangınlarından ne kadar farklıdır?

Vurgulamak istediğim nokta elbette onları bir tutmak değil, daha ziyade bir amacın ve sonucunun, gerçekleştiren öznenin farklı tahayyüllerini göstermektir. Yok etme amacının nasıl bir özne-aklı ile gerçekleştiği ve bu öznenin çıkar bilgisine sahip olduğudur. Bu akıl ve bilgisi günümüz yangınlarının acımasız çıkarlar üstüne kurulduğunu, bu ve bunun gibi yok etme/imha etme durumlarının nasıl bir öznelikle yapıldığını gösterecektir. Aydın’ın da dediği gibi “tarihin ve meşruiyetin mülkiyet üzerinden kurulduğunu ya da halkın, zümrenin veya kültürün maddi varlığının mülkiyet üzerinden tezahür ettiğini ‘bilen’ bir öznenin, bu bağlamdaki yüksek farkındalığının sonucudur bu tür yangınlar” (Aydın, 2015). Soykırımın bu “yerinden etme” yüzü; halkı yerinden ederek gerçekleştirilen pogromlar, soykırımı gerçekleştirme arzusu nu daima barındıran devletin bildiği yüzdür.

Haliyle bu devlet aklı, yerinden etmeleri de daima kendi bilgisiyle görünmezleştirmeye çalışacaktır. Aynı zamanda tüm bunlar kendini hatasız ve temiz sunduğu, karizmatikliğinden ve merkeziyetçi varlığından -ya da gelenekselliğinden- ödün vermediği bir aklın stratejisidir. Bunun halk tarafından görülmeme/görmek istenmeme sebebi hem insan varlığının acı olanla, korkunç gerçeklerle yüzleşmekten kaçmaya meylinin hep olduğu, hem de bu bilgiyi kullanarak otoritesi için meşru bir alan/fırsat bulan devlet aklıdır. En önemlisi de devlet, bahsettiğimiz bu alanda kendi meşruiyetini sağlamaya ve devamında onu muhafaza etmeye çalışır.

Bu bağlamda iktidar öncelikle kendi bünyesinde bulunan tüm devlet unsurlarını kendi amacına hizmet etmesi için ikna eder. Ve nihayetinde bilgi iktidar ikileminde kalan hakikat, soykırımın olup olmaması mevzusu askıya alınır. Bu iknayı başarmış olan iktidar-devlet aklı nerede bulunmuşsa orada kıyım daima olacaktır. Herhangi mahiyetteki bir kıyım arzusunun, ötesinde bir soykırım arzusuna dönüşmesi an meselesidir. Uluslaşma sürecinde -Fransız Devrimi’nden beri- gerçekleştirilmeye çalışılan homojenlik çabaları, devlet aklı ile halkın bilinç yönetiminin bugünkü halini başlatan önemli bir dinamik olmuştur.

Başka bir bağlamda Foucault’a göre devlet aklı “yasalar uyarınca komuta etmek demek değil, yasalara komuta etmek” demekti. Her şeyden önce bu akıl, bir şeyleri yönettiği gibi yeniden düzenleyendi de. Devlet daha ilk oluşumundan beri insanların neyi üretip neyi tüketeceğine, ne kadar doğurabileceklerine dair kararlar verebilen bir mekanizmayken; aynı zamanda bu mekanizma-aklı bugün hangi ölümün hatırlanıp hangilerinin unutulması gerektiğine karar veren mekanizmadır. Öte yandan uluslararası ilişkiler bağlamında bu “acı geçmiş” diğer ülkelerce pazarlık gücü sınırlı ülkelere yönelik kullanılabilen bir tehdit aracı olmuştur. Dolayısıyla devletlerin bu tehditleri geçiştirmeye yönelik hızlı ve sistematik yöntemler bulması gerekmiştir. Evet, geçiştirmeye yöneliktir çünkü bu geçiştirme her zaman bir kaçma haliydi.

Aynı zamanda da yüzleşilmekte zorlanılan geçmiş fikirleri, bugün hala içinden çıkılmaya çalışılan bir söylemler yumağı ve inkârcılığın kendisidir. 1950’lerde işin hukuki adlandırma sürecini aşmışken, ahlaki ve kültürel kısımları süreç içerisinde devletler ve iktidarlarınca şekillenmeye devam etmektedir. Çünkü iktidarın unutmasını istediği, öğrenmesini istemediği nesil ve yöneldiği platform/aygıtlar farklılaştıkça, iktidar o alanlara girip algı yaratmayı sürdürmektedir. Bunu gerek söylevde aşırı milliyetçilik vurgusuyla, gerek daha önce gerçekleşen gazetelerin yakılması olayı gibi zorla ve somut olarak gerçekleştirir.

Yine Foucault bağlamında, onun bu mesele dâhilinde oluşturduğu ve geç 18. – 20.yy devlet-ceza-hukuk sistemleriyle geçmişimize, günümüze de ışık tutan kavramlarını ele almak yerinde olacaktır. Öncelikle Foucault, ceza-hukuk bağlamında 18.yy’ın disipliner iktidarını, hükümranlığı ele alarak cezaların nasıl vahşice olduğunu ve nasıl somut bedene yönelik olduğunu görmüş, bu bağlamda yaşadığı süreçlerce ve gelecek öngörüsü ile farklılaşan iktidar-ceza sistemini konu edinmiştir. Konu edindiği bu ikinci sistemde iktidar, disipliner olmaktan yavaşça sıyrılarak cezalarını yumuşatmaya ve daha sonra cezalandırmak istediği insanları “denetlemeye” başlamıştır.

Her şeyden önce bu iki sistemde iki teknik biçiminde de iktidar, öldürme hakkına sahiptir. İkinci teknik olan denetleyici iktidar daha çok “yaşatmaya bırakma” hakkına sahiptir, buradan hareketle de iktidar artık yalnızca somut bedenlere değil yaşatmaya bırakabileceği her disipline-alan sayesinde insana –hatta insanın ruhuna-[2] ve en önemlisi “yaşamına” müdahale eder. Müdahale ettiği alanlar da artık yalnızca hapishaneler veya meydanlar değil; okullar, hastaneler, evler vb. olabilmektedir. İnsanlar artık her mekândan, bir diğerine geçerek müdahale (gözlem) altındadır. Bu süreç bize bir disiplin toplumundan denetim toplumuna geçişi ifade ettiği gibi, değişen iktidar tipinin de artık “biyoiktidar” olduğunu göstermektedir.

Öte yandan ise, geçmişte kalarak bittiği düşünülen disipliner iktidar tamamıyla yok olmamıştır ve bu yeni teknik, disiplinci tekniği ortadan kaldırmaz çünkü çok basit olarak, disiplinci teknik başka bir düzeye aittir, başka bir ölçektedir, başka bir dayanak yüzeyi vardır ve çok başka araçlardan yararlanır (Foucault, 2011). Konumuz dolayısıyla işte tam olarak bu iktidar tipi tekniği ve onun özneleri ile ilişkisi, bizi hem soykırım fikrine hem de devlet aklının bu hususta ne amaçla kendini var etmeye çalıştığına götürür.

Bizim ise burada görmemiz gereken en önemli hususu iktidarın kendini var etmeye, yaşatmaya çalışırken diğer insanların yaşamları üzerinde disiplin ve denetim uygulayarak, temelde bir “ötekileştirme” gerçekleştirmesi. Bu ötekileştirmeyi insanlara makul bir düşünce, iyi yaşamlar, sağlıklı yaşamlar adı altında meşrulaştırarak onların içselleştirmesini sağlamakta ve nihai olarak onları standartlaştırmaktadır. Temelde onun gerçekleştirdiği bu kategorize etme, karşımıza tam da Foucault’nun bu konuyu ele almaya başladığı ilk dönemlerde, -18.yy’ın sonlarında- Fransa başta olmak üzere bir “ekolizasyon dönemi” olarak çıkmaktadır. Bir “makbul vatandaş” bir standart olan, aynı dili konuşması gereken, benzer yaşamlar sürmesi gereken algısı yaratılmıştır. İşte bu başlangıç günümüz ırkçılığı ve günümüze dek var olan soykırım meselelerine temel olmuştur.

İktidarın makbul vatandaş arzusu kendi lehine bir yaşama sebebi iken, değiştirilerek yaşatmaya bırakılan insanların aleyhine olmuş ve bu ötekileştirme, milyonlarca insanın yok edilmesine sebep olmuştur. Her halükarda iktidarın -Foucault’dan hareketle biyoiktidarın- tek yaptığı insanlarda örneğin ırkçılık algısını kendi lehlerine meşru kabul ettirmektir. Yani iktidarın kurduğu sosyo-biyolojik sistemin homojenleşme yolunda, artık kendi eliyle ayıklamadıklarını diğerlerinin yapmasına sebep olabilmesidir. Ancak görebildiğimiz üzere akademide, yazınlarda daha öncesinde tartışılması pek mümkün olmayan hususların yazılıp tartışılmalara konu olabilmesi, belki de artık biyoiktidarın yararlı adımlar atmasını gerektiren görüngülerdir.

Ancak yine de burada ele aldığımız özne-iktidar ilişkisinin algısal yanını, algının yönetimini açıkça görmekle beraber, denetim toplumunun ilerleyen aşamalarında olan öznenin gittikçe “farkında” bir özne olduğunu bilmekteyiz. Bu özne hem iktidarın sisteminde buyruklarını yerine getiren, aslında hala itaat eden, bu konforla yaşamını sürdüren öznedir. Hem de artık farkında olarak farklılıklarda birleşmeyi savunan ve bu hususta iktidarın eksiklerini açığa çıkarabilen, hatırlaması istenmeyen şeyi hatırlayabileceğini bilme gücüne sahip öznedir. Foucault’dan aktaran Çelebi’ye göre, “Foucault’nun amacı özneye dayatılan hakikatin, çizilen sınır çizgisinin, özne tarafından farkında olunarak; aşılması, sorgulanması ve açığa çıkarılması gereken referans noktası olarak algılanmasını sağlamaktır. Onun amacı belli bir iktidar kurumunu eleştirmek, burjuva, elit veya sıra dışı bir sınıfa saldırmak değil iktidar biçimini açığa çıkarmaktır” (Çelebi, 2013).

Diğer yandan ise savunduğu farklılıkların normalliği aslında başka ötelemeleri meydana getirir, çünkü en başından beri bu özne, ötekileştirmenin DNA’sına enjekte edildiği öznedir ve kendisi dışındakini görme, bilme, ayırt etme, öteleme, hatta öldürmeye şartlandırılmıştır. Bu hususta azınlıkların yaşadığı eşitsizlikler göz önüne getirilirse daima “öteleyeni öteleyen” durumu-kısırlığı karşımıza çıkacaktır.

Bu, öznenin karakteristiğini oluşturmuş bir iktidar stratejisi, iktidar ruhudur. Yukarıda bahsettiğimiz, neyi hatırlayacağımıza ve neyi unutmamız gerektiğine karar verebilen iktidar, Foucault’nun biyopolitikasının iktidarıdır ve bugün hala yönetimi söz konusu olduğunda hedefte bulunan ve de herhangi bir soykırım, ırkçılık, öldürme fikrini taşımadığını iddia ederek yönettiklerinin gözünde kendi meşruiyetini sürdürmeye, kendini gözettirmeye devam etmektedir.

Son olarak, kendini sadece yönetence değil, kendince vatandaş olarak kabul edebilen, yönetilmeye ve yönetilme ilkelerine rızasını vermiş her birey, kendi ülkesinin tarihini bilmekle beraber bu tarihin içindeki her olumsuzluğu da kabul etmeli ve diğerleriyle beraber içselleştirmelidir. İktidarlar hatalarıyla kendilerini var ederken, geride kalan ve rızasını vermiş tüm diğer insanların itaat veya isyan yerine öncelikle bu tarihselliği arka yüzleriyle, iyi veya kötü demeden sorgulamaları gerekmektedir. Bilhassa işlenen suçların kolektif yanının göz ardı edilmemesi gerektiği en önemli ayrıntıdır. Aksi takdirde o “hatalar” iktidarların ilk adımları olmaya devam edecektir.

Kaynakça

Aydın, S. (2015). Bir İmha Yöntemi Olarak Yangın. Z. E. Taylan Esin içinde, 1916 Ankara Yangını (s. 30). İstanbul: İletişim.

Çelebi, V. (2013). Michel Foucault’da Bilgi, İktidar ve Özne İlişkisi . Sosyal ve Beşeri Bilimler, 5, 519.

Foucault, M. (2011). 17 Mart 1976 Tarihli Ders. M. Foucault içinde, Toplumu Savunmak Gerekir (s. 248). İstanbul: YKY.

Sezer, D. (2015). Soykırım, geçmişle yüzleşme, sorumluluk: Raphael Lemkin, Karl Jaspers, Hannah Arendt. Toplum ve Bilim(132), 21.

[1] Pogrom: dinsel, etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet hareketleridir. Bu şiddet hareketleri genellikle evleri, işyerlerini veya ibadet yerlerini tahrip etmek, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmekten oluşur. Ancak bu kavram her ne kadar “katliam” da sayılsa onun “soykırım” ile aynı algı bağlamında olmadığı açıktır.

[2] “Ruh, bedenlerin hapishanesidir” diyen Foucault; denetleyen iktidarın, biyoiktidarın, özdeki amacını ifade eder. Denetim toplumunda iktidar biyoiktidardır ve kullandığı teknik ruhu, dolayısıyla insana dair her şeyi yönetmeye yöneliktir.

 

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol