Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Mültecilerle Komşu Olabilir miyiz?

Yazar: Merve Yiğit

Giriş

Türkiye’de bugün üç milyondan fazla Suriyeli mülteci bulunmakta[1], bu nüfus şehirlerde ve kamplarda yaşayanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Fakat kamplar merkezden izole tek başına dururken, şehirler mültecilerle temas edebileceğimiz yerlere dönüşmekte. Dolayısıyla bu insanlarla ilgili yapılan haberlerin daha çok şehir yaşamı içerisinde cereyan eden olayları kapsaması şaşırtıcı değil.  Bir yandan, intihar etmek isteyen bir Türkü engellemeye çalışan Suriyeli genç kızın haberi[2] az bir ses getirerek medyanın koridorlarında ilerlerken; öbür yanda eve, işçilere, genç kıza saldıran, mahalle kavgasına karışan Suriyeli haberleri, etrafındaki diğer tüm şeyleri de yıka devire önümüze koyuluyor. Bu kadar gürültü kopartılarak sarf edilen cümleler ister istemez şu soruyu sorduruyor: “Mültecilerle komşu olabilecek miyiz?”

Bu sorunun kendisi bile başta bir üstünlük duygusu içermekte. Karşımızdaki Suriyelilere “sizinle komşu olup olmayacağına karar verecek olan bizken, bizi sevmek zorunda olan sizsiniz” mesajını vermekte. Hâlbuki Zygmunt Bauman, “komşunu seveceksin” buyruğunun tasdik edilmesini insanlığın doğumu olarak görmekteydi[3]. İkinci olarak ise soru, daha baştan farkına varılmış bir ayrılığı, birbirinden uzakta durmayı hissettirmekte. Mültecilere “sizinle komşu olabilmemiz ancak siz bize doğru yaklaşırsanız gerçekleşebilir” derken ki aslında yaklaşmalarını pek de istemezken, yine de aramızda böyle bir münasebet olacaksa “siz bize gelin, neden biz size yanaşalım ki” der gibi durmaktayız.

Aslında “mültecilerle komşu olabilir miyiz?” sorusu “uzaylılarla iletişime geçebilir miyiz?” sorusunun yarattığı çağrışımların aynısını getirir. Öncelikle sorunun edimli bir kiple sorulması dahi bunun bir beceri gerektiğini açığa vurmaktadır. Zira uzaylılarla konuşabilmenin veya Suriyeliler ile komşu olabilmenin önce birtakım beceriler -teknik veya sosyal- gerektirdiği ortadadır. İkincisi, uzaylı ya da mülteci, ikisi de aynı derecede bize uzak, ya da en azından uzak kalmasını tercih edeceğimiz; yabancı, kokutucu, bizden ayrı dünyaların unsurları, yani kısaca pek de karşılaşmak istemeyeceğimiz varlıklar olarak durmaktadır.

Dolayısıyla bu yazı, mülteciler ile komşu olabilmenin güç yanları olduğunu kabul ederek, bu güçlüğün nedenleri olarak fiziksel sınırları ve düşünsel engelleri incelenmektedir. Yazının birinci kısmını oluşturan fiziksel sınırlarda, şehrin ‘mülteciler’ ile ‘mülteci olmayanlar’ tarafından nasıl kullanıldığı ve bu kullanım sonucu mekânların nasıl ayrıştırıcı nitelik kazandığı tartışılmaktadır. Yazının ikinci kısmında ise sahip olduğumuz düşüncelerin veya insanın doğal eğiliminin[4] komşu olmayı neden güçleştirdiğinin peşinden gidilmektedir. Bu iz sürüşlerini gerçekleştirebilmek için gerekli olan ipuçları ise bu yıl ‘iyi bir komşu’ temasıyla düzenlenen 16.İstanbul Bienali’nin küratörleri Elmgreen ve Dragset’in Bienal sunuş metni ve Zygmunt Bauman’ın Akışkan Aşk kitabındaki ‘Komşunu Sevmenin Güçlüğü Üzerine’ adlı bölümünde aranacaktır. Böylece yazı, “mültecilerle komşu olabilir miyiz?” sorusu etrafında farklı bir Bienal değerlendirmesi yapma amacıyla okuyucuya sunulmaktadır.

Fiziksel Sınırlar: Şehrin Kullanımı ve Ayrıştırıcı Mekânlar

Komşu olabilmek, her şeyden önce sınır olarak birbirine yakın durmayı gerektirir. Türkiye’ye sınırı bulunan ülkelere komşu deriz. Aynı mahallede bulunan dip dibe komşu dükkânlar, komşu insanlar vardır. Birbirine değebilir ve birbirini her an görebilir olma o kadar önemlidir ki, çok katlı bir apartmanda iki üç kat üstümüzdeki bir daire bile araya giren kat mesafesinden ötürü artık komşumuz gibi hissedilmeyebilir. Bu noktada Suriyeli mültecilerin günlük hayatımızda ne kadar yakınımıza gelebildiği üzerinde düşünmemiz gerekir. Aynı ülke ve şehirde yaşıyor olsak bile, bu birbirimize komşu olabilmek için yeterli değildir.

Birbirine yaklaşamama Bauman’ın belirtiği üzere, acıyı sürekli dolaylı olarak görmemize sebebiyet verir. Keza mülteciler yakınımıza gelmişse de hikâye hala uzaklardan seyredilmektedir. Belli bir gelir grubuna sahip olan seçkinler kendi güvenli evlerini satın alarak, yuvasına çekilir. Bugünkü çoğu ev reklamlarından anlaşılan da budur; emlak konut reklamları ev alanlara sürekli şunu taahhüt eder: “satın alacağın bu evde güvenlisin, şehrin o karışıklığına karışmak, tanımadığın yabancılarla, ‘tehlikeli’ mültecilerle bir arada yaşamak zorunda değilsin.” 

Bu reklamların sarf ettiği cümleler şehri her daim parçalara bölerken, sonuçta ortaya paradoksal bir durum çıkmaktadır. Çünkü bu evler “şehrin içinde ama şehrin dışındadır”, “şehre yakın ama şehre uzaktır.” İkinci bir sorunsal ise, eğer tüm ihtiyaçlar -su, elektrik, güvenlik, restoranlar, ofis, doğa ile iç içe yaşama ihtiyacı, estetik arayışı- içinde yaşanılan lüks konutlarda elde edilebiliyorsa, şehrin problemlerini dert etmek için bir sebep kalmamaktadır. Bu durumda Bienal’in sorularına bir yenisi de eklenebilir: “iyi bir komşu şehir, dolayısıyla benim derdim ile ilgilenen midir?

Elmgreen ve Dragset “İyi bir komşu sizin gibi yaşayan biri midir?” diye sorarak son on yılda İstanbul’un maruz kaldığı neoliberal dönüşümlere vurgu yapar. Bir taraftan kentsel dönüşüm yalnızca kenti değil kimlikleri dönüştürürken, öbür tarafta TOKİ binaları çoğalmakta, sonuçta yaşamlar birbirinden uzak mekânlara dağılmaktadır. Bu esnada çoğu mülteci de şehir içinde farklı semtlere savrulmuş; ikamet ettikleri mahallede kendi oluşturdukları gruplar dâhilinde, toplu bir şekilde kötü koşullarda yaşamaktadır. Fakat komşu olabilmek aynı yerde olmayı, bu da aynı mekânları paylaşmayı ve aynı mekânları paylaşmak da birbirine yakın gelirli olmayı gerektirir.

Gelir miktarları birbirine yakın olsa dahi, alt gelirli yerel popülasyonun yine kendileri gibi mali imkânları kısıtlı olan Suriyelilere komşu gözüyle baktıkları söylenebilir mi? Ekonomik durumu en ez fakir bir Suriyeli kadar kötü olan ‘yerel mahalleli’, mülteciler ile ayni maddi durumu paylaşsa da sevme kriterleri çok farklı olabilir. Komşuluğun duygular ile olan ilişkisine ikinci kısımda değinmeye çalışılacak. Bu esnada daha provoke edici bir şey düşünelim: zengin, eğitim görmüş bir Suriyeli tasavvur edelim. 

Bu niteliklere sahip mültecilerin, herhangi bir lüks site içerisinde Türkler ile beraber yaşaması durumunda komşuluk ilişkisi tezahür edebilir miydi? Paranın birleştirici unsuru mu, yoksa yine insanın doğal eğiliminin ayrıştırıcılığı mı baskın gelirdi? Hiç şüphesiz bu sorular bu yazının sınırını aşan araştırmalar yapmayı gerektirir. Yine de Elmgreen ve Dragset’in mekân analizine girmek için uygun bir nokta olabilir.

Zygmunt Bauman her ne kadar parçalanmış bir şehirde yaşıyor olsak da modernitenin akışkanlığı içerisinde yine de keskin sınırlardan bahsedemeyeceğimizi yazmaktadır. Bienal sergisinin bize vermek istediği temel mesaj da budur, çünkü mekânlara gire çıka bir hayat süreriz ki bu yerler hiç de tamamen bize ait, üzerinde hak iddia edebileceğimiz, sürekli kontrol altında tutabileceğimiz alanlar değildir.

Mekânların farklı aktörlerce tecrübe edilebilir oluşu, yine de mülteciler ile yayana gelmemiz için her zaman yeterli değildir. Elmgreen ve Dragset, Georges Perec’in Mekân Feşmekân kitabında yazarın yataktan başlayarak nasıl gitgide dünyaya açıldığından bahseder. Biz de aynı halkaları takip ederek, günlük hayatımızda mülteciler ile ne derece karşılaşıyor olduğumuzu düşünebiliriz. Yataktan kalkmak ile başlayalım. Evimizi herhangi bir mülteci ile paylaşıyor muyuz? Evden çıkıp apartman içerisinde dolaşmaya koyulalım. Başka dairelerden, merdiven boşluklarından Arapça konuşmalar işitebiliyor muyuz, evimizin kapısını açarken Suriyeli çocukların koşuşturmalarına denk gelebiliyor muyuz? 

Eğer hala mültecilerle ile karşılaşmadıysak bu sefer sokağa adım atalım. Şimdi çevremizde bir bakındığımızda herhangi bir mülteci görüp göremediğimizi kontrol edelim ve ardından mahalleye doğru ilerleyelim. Adım atanları, elinde poşetle ilerleyenleri, cep telefonu ile konuşanları, otobüs bekleyenleri gözlemleyelim, bunlar kim? Şu ana dek mülteciler ile yüz yüze gelmediysek, daha da ilerleyerek şehrin içinde bir yerden bir yere gittiğimizi tasavvur edelim. Günlük kullandığımız rotasyonda acaba mültecilerle karşılaşıyor muyuz yoksa hala mı birbirimize çok mu uzağız? 

Eğer varsa, okula veya işi gitmek için kullandığımız toplu taşıma araçlarını düşünmeye çalışalım. Kendimize “bindiğim araçlar mültecilerle bir arada olmaya imkân tanıyacak güzergâhtan geçiyor mu?” diye sorabiliriz. Mesela karşımızdaki otobüs koltuğunda veya serviste giderken yanımızda Suriyelileri görebiliyor muyuz yoksa yine mi yoklar?

Evden başlayarak işimize kadar sürdürdüğümüz bu yolculuk egzersizi, günlük hayatımızda mülteciler ile aynı mekânları paylaşıp paylaşmadığımızın farkına varabilmek için yararlı bir pratik olabilir. Erkan Özgen’in Bienal’deki Harikalar Diyarı adlı çalışması 13 yaşındaki Muhammed’in mülteci olarak Türkiye’ye geldiği evinde çekilmiş kısa bir filmdir. Kobane’den Diyarbakır’a göçen Muhammed, yıkık dökük olan yeni evlerinde bir kilimin üzerinde durmakta, sağır ve dilsiz olmanın getirdiği kısıtlamalar içerisinde de olsa yaşama dair duygularını bize anlatmaya çalışmaktadır.

Üzerinde düşünmemiz gereken nokta, kaçımızın Muhammed ile o kilim üzerinde oturabiliyor olduğudur. ‘Kilimin üstü’, burada başlı başına yeni bir mekân oluşturmuştur artık: evden de daha küçük, evin içinde ayrı bir yer olarak durmaktadır. Muhammed ile aynı mekâna girebilmeyi başardığımız an, acının dolaylı izlenimini kaldırarak hissetmeye başlarız. Bu durumda Bienal sorularına ikinci bir soruyu daha ekleyebiliriz: “iyi bir komşu senin dilini konuşan mı yoksa hal dilinden konuşabilen midir?

Düşünsel Engeller: İnsanın Doğal Eğilimi

Zygmunt Bauman, hayata asılma içgüdüsünden ahlaka geçişin ancak komşuyu sevmekle başlayabileceğini belirtmektedir. Hayata tutunma çabası bir tek kendi üzerinde durmayı gerektirirken, komşuyu sevmek salt benlik üzerine yoğunlaşan emeğin, kendi dışında başkaları ile de paylaşılmasıdır.

Komşuluk bu yüzden herhangi bir şey beklemeksizin atılan adımların ve zıt kimliklerle birlikte yaşayabilmenin, yani ahlakın temelini teşkil etmektedir. Her bir komşunun kendine has biricikliğini kabul etmek, kendindeki eksiklikleri tamamlayarak çoğalmak demektir. Bauman’a göre yukarıda kısaca değinilen unsurların olmaması durumu, haysiyetin ayaklar altına alındığı anlar olarak, insanın kültürün eğiticiliğinden geçmemiş doğal eğilimidir. 

İnsan haysiyetinin ayaklar altına alınması tabiri ile yalnızca soykırım, işkence, şiddet, savaş suçları gibi ihlalleri düşünmemek gerekir. Komşuyu sevmemek her ne kadar bu suçlar yanında küçük ve önemsiz gibi görünse de, Bauman’ın metninden çıkarabilecek sonuç, komşuyu sevmemenin temelinde yatan düşüncelerin daha önemli ve korkunç addettiğimiz suçlara zemin oluşturmasıdır. Dolaysıyla, yazının bu kısmında mültecilerle ile komşu olmamızı engelleyen ve ahlakdışı kabul edilse de kırıntıları hala içimizde bulunan üç temel düşünce; sırasıyla “güçlü olanın yanında dur”, “kimseye güvenme” ve “seni tatmin edeni sev” incelenmeye çalışılacak.

Buaman hayatta kalma davası üzerine şekillenen bir dünyada en güçlü olanın öne çıkarıldığını vurgulamaktadır. Bu ise komşuyu sevmek için gereken ahlaksal normlara tamamen zıt bir eğilimdir. Örnek olarak verilen Survivor programı güçlü ile güçsüz, ezen ile ezilen, baskın ile pasif arasındaki farkın vurgulanması üzerine kurulmuş; zayıf düşmeye fırsat tanımayan, rakipleri alt etmeye odaklanmış, başkasına en çok çelme takanın en yükseklere çıkarıldığı bir realite showdur. Mültecilerin içinde bulundukları hal ise televizyonda bize sevdirilmeye çalışan ‘en güçlü olan’ imgesinden son derece uzaktır. Zira mülteci, bir anlamda başkasından zulüm görmüş, oyunun kurallarına uyum göstermeyi başaramamış -burada oyun kelimesi için savaş kullanabiliriz- böylelikle zayıf düşmüş, oyun dışı edilmiş, yani vatanını olduğu gibi terk etmek zorunda kalmış birisidir. Kısaca mültecinin ‘güç’ ile ilişkilendirilebilecek hiçbir yanı yoktur. Savaşın getirdiği kıyım altında elinden bir şey gelmeyen, imkânlarını tüketmiş, göç rotasında perişan düşmüş mülteci gerek manevi gerek fiziksel, toplumun gözünde ister istemez güçsüz, dışlanabilen, saygıya değer bir nitelik barındırmayan ve dolayısıyla komşu olarak kolay kolay kabul görmeyecek olan kişidir.

Bu programlar aynı zamanda başka bir problemi, güven sorununu ortaya çıkarır. Hayatta kalmak adına hemen herkesin sürekli pusuda yatar vaziyette tasvir edildiği dünyada insanların günlük hayatlarında birbirine güvenmesi de zorlaşmaktadır. Zira bize iletilen mesaj, kişilerin doğal eğiliminin kurnazlığa ve hileye yatkın olduğudur. Bauman’ın alıntı yaptığı cümle şudur: “Her bir komşumuzda bir kurt göreceğiz diye korkarız.” Normal koşullarda dahi komşuyu duyulan güvensizlik, söz konusu mülteci olduğunda nasıl tesis edilebilir? Bu esnada mültecilerin medyadaki temsiline de bakmak gerekir. Medyanın betimlemesine göre Suriyeliler ya mağdur ya tekin olmayan kişilerdir. Bu kalıpların dışında olarak başarılı ve zeki mülteci hikâyelerine, bu insanların geldikleri yerlerde ne gibi işlerle meşgul olduklarına, kısaca öz benliklerine ve onlara güven duymamamızı sağlayacak bilgilere yer verilmemektedir.[5]

Elmgreen ve Dragset’in yapmaya çalıştıkları ise bu iki düşünsel engeli kaldırmak yahut en azından kaldırmaya çalışmak yönündedir. Sanatçılar yerleşik olanı harekete geçirebilmek, geleneksel işaretlerin etkisini azaltmak ve kontrol mekanizmalarını devirmek üzere vardır. Bu amaçla Bienal billboardlarında “İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?” diye sorulmaktadır. Bu soruya “evet” cevabını verebilmek, yani komşunun korku nesnesi olarak konumlandırılmasını aşmak için Bienal sergisi mekânın durağan olmadığını bize anlatmaya çalışır. 

Çünkü mekânı sürekli değişebilir olarak kabul ettiğimizde, mekânı sürekli kontrolümüz altında olan bir yer gibi değil de, belirsizliğin hüküm sürebileceği yerler olarak tasavvur edebiliriz. Belirsizlik ortamı her şeyi biliyor olmayı, işbu haliyle insanları güçlü ile güçsüz veya güvenilir ile güvenilmez olarak kesin sınırlar içerisinde tanımlamayı da zorlaştırır. Bir kez bu ikilik halinden çıktığımızda, mültecilere, yani zayıf ve tekinsiz bulduğumuz insanlara bakış açımız da değişmek zorunda kalacaktır. İnsanın muallaktan kaçmaya çalışması, belirsizliğin bireyi kesin kararlar alamayacak ve istemese de yabancıya alışmak zorunda bırakacak olmasından ileri gelebilir.

Elmgreen ve Dragset’in tüm o kategorileştirmeden sıyrılmak, baştan çizilmiş sınırlardan kurtulmak ve alışılageldik alanların dışına çıkabilmek için Bienal sunuş metninde Perec’ten verdikleri alıntı şöyledir: “Devam etmek… Hatta etrafta neler olup bittiğine ya da neler olup bitmediğine anlam veremeyinceye kadar…”

Tüm bunlar öngörülemeyenin kabulünü kolaylaştıran, tanıdık olmayana karşı duyduğumuz korkuyu hafifleten adımlardır. Yazının birinci kısmı olan fiziksel sınırlarda adımlarımızı günlük hayatımızda mülteciler ile ne kadar karşılaşıp karşılaşamadığımızı görmek için atıyorken şimdi ise adımlarımızı karşılaştığımızı varsaydığımız mültecileri dışlamamak için atmaktayızdır. Dışlamamak sürecinde yapılabilir olan güç tanımı üzerinde bir daha düşünmek ve sevme eylemimizi güçlü-zayıf ikiliğinden kurtarmak, ikincisi olarak güven duygusunu yeniden tesis edebilmektir.

Sonuç

“Mülteciler ile Komşu Olabilir miyiz” adlı bu yazının amacı mültecilerle komşu olmanın güç olduğunu iddia etmek değil, mültecilerle komşu olmamızı güçleştirecek engelleri açıklamaya çalışarak, bu engellerin fark edilmesini sağlamaktı. 

Çünkü bizler ancak farkına varabildiğimiz durumları değiştirebiliriz ve farkına varmak ise önce tanımlayabilmek ile gerçekleşebilen bir süreçtir. Bu amaçla Suriyelilerle komşu olabilmemizi güçleştiren iki alan incelendi. Yazının birinci kısmı olan Fiziksel Sınırlar’da karşımıza çıkan güçlük, yaşadığımız şehrin gittikçe parçalı bir hal almasının mülteciler ile bizi ayrıştıracak mekânların doğumuna sebebiyet vermesiydi. Öbür yanda ise Bienal, mekânları bu katılıktan kurtardıkça birbirimize daha yakın olabileceğimizi anlatıyordu.

Yazının ikinci bölümü olan Düşünsel Engeller’de fiziksel engellerden ziyade içimizde yer eden bariyerlerden bahsedildi. İnsanın doğal eğilimi güçlü olanı desteklediğinden ve karşısındakine güvenmemek üzerine şekillendiğinden, zayıf ve tekinsiz olarak addedilen Suriyelileri komşu olarak kabul etmek zorlaşmaktaydı. Bu noktada ise Bienal, insanları belirsiz mekânlara davet ederek aslında hayatın önceden tahmin edilebilir, ön yargılarla sürdürülebilir olmadığını göstermeye çalışıyordu. Böylece 16.İstanbul Bienali salt sanatsal bir sergi olarak değil, mültecilerle komşu olmayı kolaylaştıran toplumsal bir çalışma olarak değerlendirilerek okuyucuya sunulmaya çalışıldı.

[1] Syria Regional Refugee Response, http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, son erişim 01.11.2017

[2] Suriyeli Genç Nehre Atlayan Kızı kurtardı, http://www.dunyabulteni.net/haberler/410627/suriyeli-genc-nehre-atlayan-kizi-kurtardi, son erişim 02.11.2017

[3] Bauman, Z. (2013). Liquid love: On the frailty of human bonds. John Wiley & Sons.

[4] a.g.e.

[5] Gönüllü olarak çalıştığım bir dernekte geliştirdiğimiz proje kapsamında, 15.10.2017 tarihinde Şanlıurfa Kızılay Toplum Merkezi’ne giderek Suriyeli Mülteci çocuklarla atölye çalışmaları gerçekleştirdik. Proje dâhilinde çocuklardan resim çizmeleri istendiğinde neredeyse hepsinin oldukça yetenekli olduğu anlaşıldı. Bu durum karşısındaki hayretimi ve hayranlığımı gören Kızılay yetkilisi Suriyelilerin bir tek resimde değil, her alanda yetenekli olduğunu ve aslında Türkiye’nin şu an çok ciddi bir beyin göçünü değerlendiremediğini söyledi.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol