Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Muhtaçlık Duygusu

Anne rahmine düştüğü andan itibaren insan, muhtaç bir türdür. Öyle ki, bir bebek doğduğunda kendi kafasının ağırlığını bile destekleyemez haldedir. Yeni doğan bebeklerin başı diğer organlarına oranla daha büyüktür ve baş, vücudun 1/4 ü oranındadır. İskelet yapısı ise yumuşak ve esnektir. Kas yapılarının yeterince gelişmemiş olması kas kontrolünün de zayıflığına yol açar. Bu, neden doğumdan itibaren yürüyemediğimizi ve sınırlı hareket edebildiğimizi de açıklar. Bazı kemikler yeterince sertleşmemiştir ve bu oluşumların kıkırdak bir yapısı vardır. Büyümeyle birlikte kıkırdak yapılar da sertleşmeye başlayacaktır. Aynı zamanda sinir sistemi de gelişmediğinden tepkilerin çoğu refleks hareketlerle verilir. Yeni doğan bebeğin diğer önemli özelliği, tümüyle kendi gereksinimlerini gidermeye yönelik olmasıdır. Fiziksel koşulları kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğinden bebek, bakıcısına ihtiyaçlarını hatırlatır. Bu dönemde sıklıkla açlık, huzursuzluk, korku gibi nedenlerden ağlar ve ihtiyaçlarına bu yolla ulaşır.

Bebeklik, zihinsel ve duygusal gelişimin en hızlı olduğu dönemdir. Örneğin, emekleme ve yürümede usta hale gelebilmek için doğumdan sonra aylara ihtiyaç vardır. İnsan yavrusunun yavaş gelişimi, yaşadığı muhtaçlığı gözler önüne serer ve duygusal gelişimini de tetikler.

İnsan yavrusunun doğduğu andan itibaren yaşadığı bu muhtaçlık durumu, çoğu hayvan için geçerli bir durum değildir. Örneğin fil yavrusu veya tay gibi bazı hayvanlar, doğumun gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra kendi başına ayağa kalkabilir ve yürümeye başlayabilirler. Bir örümceğin ağını ustaca örmesi de bir eğitim sürecinden geçmesi sonucu oluşmaz. Ağı örme eylemi, örümceğin içgüdüsel olarak yaptığı bir eylemdir. Karl Marks ise Kapital’de konu üzerine şöyle yazmıştır:Bir örümcek dokumacıya benzer işlemler yürütür, bir arı kovanlarını yaparken pek çok mimarı utandırabilir. Fakat en kötü mimarı arıların en iyisinden ayıran, mimarın gerçekte inşa etmeden önce, bu yapıyı hayalinde kurmasıdır. Bütün emek süreçlerinin sonunda, başlangıçta emekçinin hayalinde olan bir sonuç elde edilir. Emekçi sadece üstünde çalıştığı malzemenin biçiminde değişiklik uygulamaz, aynı zamanda çalışma tarzının yasasını veren ve isteğini tabi kılması gereken kendi amacını da gerçekleştirir. Ve bu tabi kılma önemsiz bir anlık eylem değildir.”

Örümceklerin yanı sıra, bir köpek yavrusunun annesinin memesinden süt emmesi ya da bir kuşun kendi barınacağı türden bir yuvayı kurması hayvanların içgüdüsünden kaynaklıdır. İnsan yavrusunun muhtaçlığı da bu hayvanlar için bahsedilen içgüdü yetersizliğinden gelmektedir.  İçgüdünün işlevini öğrenme yapar; insanın sosyalleşme aracılığıyla kurduğu bağ, onu yaşamda tutar. Yani insan yavrusu tek başına dünyayla yüzleşecek özelliklere sahip değildir. Bir bakıcısı olmadan karnının doyması, soğuktan koruyanı olmadan hayatta kalması mümkün değilken düşünebiliyor ve  hayal edebiliyor olması, insanın sosyal ve kültürel gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bunda kullanılan dil, başka birine ihtiyaç duyma, toplulukla yaşama gibi faktörler de etkilidir. İnsan yavrusunun muhtaçlık duygusu bağlanmaya sebep olurken, bağlanma da ilişkinin kuruluş biçimlerine göre sosyal ve kültürel yapılanmanın zeminini hazırlar. Bebek ilk ilişkisini bu çerçeve içinde annesi ya da annelik görevini yapan varlık ile kurarken bu ilişki içinde iki temel gereksinimi vardır, fiziksel bakım yani doyurma ve korunma ve sosyal bakım yani sevgi ve duygusal yakınlık.

Öyleyse sosyalleşmenin ilk adımı olan bağlanma, bağlanılan varlığın türüne göre değişir mi? Bir maymun bir insan yavrusuna annelik yapabilir mi? Ya da bağlanma süreçleri insan yaşamını nasıl etkiler? Bir bebek ebeveynlerinden alıkonulursa hayatta kalabilir mi? Bu sorulara cevap vermek için hayvanlarla birlikte büyüyen insan örneklerine bakılabilir.

Örneğin, Ukraynalı Oksana… Oksana yıllarca bir köpek sürüsüyle yaşamıştır. 1983 yılında dünyaya gelen ve 1991 yılında sekiz yaşındayken bulunan Oksana, tıpkı birlikte yaşadığı köpekler gibi uluyan bir varlığa dönüşmüştür. Yıllarca hiçbir insanla kuramadığı bağ, onu bir köpek gibi iletişim kurmaya yöneltmiştir. Oksana aynı zamanda ellerini de bir köpek gibi ön ayak vazifesi görecek şekilde kullanmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra Hindistan’da yerel polisler tarafından bir kurt ininde uyurken bulunan ve vahşi olarak adlandırılan Amala ve Kamala isimli kız kardeşler, anlaşılır dilde konuşamaz ve pişmiş yemek yiyemez haldedir. Bu örneklerin gerçekliği konusunda şüpheler olmasına rağmen, insanın kültürel bir varlığa dönüşmesinin bağlanma, iletişim ve aktarım sonucu doğduğunu söylemek yanlış olmaz.

Peki insanın kültürel bir varlık olarak var olmasının temelindeki faktörler nelerdir? Karnını bir hayvan yardımıyla doyuran, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan ancak konuşamayan ve iletişim kuramayan bir varlığa dönüşmedeki temel etken nedir?

Aslında insan ırkı, topluluk halinde yaşar ve insanlarla bir arada bulunup iletişime geçme isteği içerisindedir. İnsan yavrusu ise doğduktan sonra fiziksel olarak yeterli donanıma sahip olamaması nedeniyle yaşamını sürdürebilmek adına anne babasının yardımına ihtiyaç duyar. İnsan yavrusu bu yanıyla hayvanlardan ayrılır ve bu durum anne babasıyla farklı bir iletişim kurmasına neden olur. İnsan yavrusunun bu özel durumu, onun bir arada yaşama eğilim ve gereksinimlerini, özellikle de bağlanma ihtiyacını, ortaya çıkarmaktadır.

Bağlanma, yaşamın daha ilk günlerinde başlar. Bebeklerdeki bağlanma belli kişilere olumlu tepkiler verilmesi, zamanın büyük bir kısmının o kişiyle birlikte geçirilmek istenmesi, korku anlarında o kişinin aranması, bağlanılan kişinin varlığının fark edilmesiyle rahatlama yaşanması gibi durumlarda somutlaşır. İnsan doğası gereğince bağlanma, doğumdan hemen sonra meme arama, başı döndürme, emme, yutma gibi eylemlerle başlar. Bebekler sekizinci haftayla birlikte bakıcısına yönelir. Bu dönemde bebek, bakıcısına gülümsemekte, uzun süreli göz temasında bulunmakta ve bakıcısıyla diğer insanlara nazaran daha çok ilgilenmektedir.

Hayvanlarda bağlanma ise insanınkinden farklıdır. Ördek yavruları yumurtadan çıktıktan hemen sonra hareket eden büyük bir şeyi takip edip tanımadığı şeylerden kaçma eğilimindedir. Farelerde anne-yavru bağlanma ilişkisi, annenin doğumunun hemen ardından dışkısı ile birlikte ürettiği özel kokulu bir madde çıkarması ve yavrunun bu kokuyu çekici bulmasıyla olmaktadır. Kokunun çekiciliği doğumdan on dört gün sonra azalmaktadır. Hayvanlarda bağlanma ilişkisi, yavrunun büyümesi ile birlikte zayıflamaktadır. Bunda annenin yavruyu kendisinden uzaklaştırmasının payı oldukça büyüktür.

İnsanın sosyal davranışları ise bebeklik dönemine kadar uzanmaktadır. Morgan’a göre bebeğin yaşamında görülen ilk sosyal davranış, bebek ile anne arasındaki bağlanmadır. Aslında bu tür bağlanmalar yaşamın ilk yıllarında yardıma ihtiyaç duyan bazı hayvanlarda da gözlemlenmiştir. Ancak olgunlaşma, hayvanlarda daha hızlıdır. Bu sebeple bağlanma davranışı hayvanlarda da incelenmiştir.

Bu konudaki en detaylı ve ünlü araştırmayı yapan kişi Harry Harlow’dur. Deneyinde maymunları kullanan Harlow, doğumdan hemen sonra aldığı yavru maymunları altlarına yumuşak çarşaflar serdiği kafeslerde tek başlarına büyütmüştür. İlk etapta yumuşak çarşaf yavru maymunların altından alınmıştır. Çarşafın alınmasıyla birlikte maymunda sorun, stres ve hatta bunalım gözlemlenir. Çarşaf yeniden verildiğinde ise maymunun, oyuncağına kavuşmuş bir bebek gibi rahatladığı fark edilmektedir.

Deneyine yapay anneler kullanarak devam eden Harlow, kafeslere yapay anneler monte edip manken annelerden birini tahta başlı, silindir şeklinde ve telden yapmıştır. Diğer manken anne ise tahta bloktan yapılmıştır ancak, yumuşak ve kahverengi bir kumaşla kaplanmıştır. Her iki yapay annenin, arkasında bulunan ampul sayesinde, temas sırasınsa yavru maymunlara sıcaklık verebilmeleri sağlanmıştır. Ayrıca, tel mankenin göğsüne bir de biberon yerleştirilmiştir. Araştırmacılar, yavru maymunların süt vermeyen, ancak sıcak ve yumuşak olan yani fiziksel koşulları itibariyle gerçeğe daha yakın olan anneyi tercih ettiklerini, korktuklarında, uyumak istediklerinde ona sarıldıklarını gözlemişlerdir. Bu çalışmanın en önemli sonucu, bağlılık ilişkisinin, açlık ve susuzluk gibi fizyolojik gereksinimlerin karşılanmasıyla doğrudan ilintili olmadığının deneysel olarak gösterilmesidir. Aynı zamanda, bu çalışma, fizyolojik gereksinimlerin karşılanmasının tek başına bağlanmanın oluşturulmasında yeterli olmadığına da işaret etmektedir.

Bağlanma Kuramı’na göre ise bebeklik döneminde yaşanan bağlanma ilişkisinde edinilen tüm deneyimler, bireyin ilerleyen dönemlerini etkiliyor. Yine Harlow’un maymun deneyinden elde ettiği veriler bunu doğrular nitelikte. Harlow’un bulguları, gerçek anne-bebek ilişkisinden yoksun kalan maymunların büyüdüklerinde çiftleşme konusunda zorluk çektikleri, erkeklerin çiftleşemedikleri, dişi maymunların ise kendi yavrularına karşı ciddi cezalar uyguladıkları yönündedir.

Harlow deneyini insanlar üzerinde yapamadığını ve bu nedenle insana yakın bir tür olan maymunu tercih ettiğini vurguluyor. Aynı zamanda Evrim Teorisi’nde de insan maymun benzerliği; baş parmağın ayrık olması ve bu yolla bir nesneyi kavrama, edebilme yetisine sahip olması şeklinde yer alıyor. Ancak, “dil” bizi maymunlardan ayıran en önemli yetidir. Dolayısıyla iletişim kuran ve sosyalleşen insan, kültür yaratma olanağına sahiptir. Çünkü dil aynı zamanda yaratılan kültürün devam etmesine de olanak sağlar.

Denilebilir ki, insanın duygusal anlamda en hızlı geliştiği “ilk bağlanma” evrelerinde yaşanılan deneyimler oldukça önemlidir. Konuşmayı öğrendiğimiz bu dönem, bebeğin yaşamını bir ömür boyu etkileyen, toplumdaki yerini belirleyen faktörlerdir. Bu bakımdan sosyalleşmenin temeli olan bu ilk evre, geleceğin aynası niteliği taşır. İnsan, muhtaçlık duygusunu zihninde ve duygularında barındırır. Ve bir ömür boyu bunun üstesinden gelmek için çabalar.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol