Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…
Türk edebiyatı; sözlü ve yazılı edebiyat olmak üzere iki kanaldan serüvenini sürdürse de sözlü edebiyatın özgül ağırlığı yazılı edebiyatta izlerini derin bir şekilde hissettirmiştir. Bu durumda hiç şüphe yok ki Türklerin uzun bir süre boyunca bozkırda yaşamış olmaları ve konargöçer bir hayat tarzına sahip olmaları etkili olmuştur. Türk edebiyatı ile klasik şark edebiyatı arasında yer alan Münâcât da; Türklerin yoğun sözlü edebiyat birikimini güçlü bir şekilde tahkim ederken yazılı edebiyatta da makul bir yer edinmiştir.
Fısıldamak anlamındaki ‘necv’ kökünden türeyen münacatın kelime anlamı lügatte “Fısıldaşmak ve bir sırrı paylaşmak.” demektir. Klasik Türk edebiyatında ise daha çok Allah’a yalvarış/yakarış maksadıyla kaleme alınmış eserleri adlandırmak için kullanılır [1]. Klasik Türk edebiyatında herhangi bir konuda eser kaleme alan müellifler eserlerinin başında Münâcât da yazarak hem teolojik bilgilerini göstermişler hem de eserin bir anlamda manevi bir yanının olduğunu teyit etmişlerdir. Münâcâtlar daha çok kaside biçiminde kaleme alınsalar da gazel, mesnevi, kıta, rubai gibi nazım şekillerinde vücut bulan Münâcâtlar da vardır[2].
Münâcâtlar içten gelen, samimi duygularla oluşturulduğundan sanatsal veya estetik kaygılardan azade bir şekilde kaleme alınırlar. Bu bakımdan Münâcâtlar’da sanatsal, edebi bir düzen veyahut bir kaygı aramak doğru olmayacaktır. Tamamıyla sübjektif duyguların ürünü olan Münâcâtlar doğrudan Allah’a yakarışın/yalvarışın birer ürünü olduklarından sayıları da mebzul miktarda olmuş müstakil Münâcât divanlar da ortaya çıkmıştır. Bunun yanında Münâcâtları dini ve tasavvufi olmak üzere iki merkeze ayırmak yerinde olacaktır[3]. Dini birikimle yazılan Münâcâtlar daha çok medrese kökenli isimlerin kaleme aldığı ve kitabi bilginin yoğun olduğu veya kitabi bilgiden mülhem yakarışların yer aldığı eserlerdir. Tasavvufi Münâcâtlar ise kitabi İslamiyet geleneğinden ziyade kültür, ananevi ve geleneği de içinde barındıran sözlü İslamiyet tasavvur ve bunun aktarımının yanında tekke zihniyetinin de hâkim olduğu edebi eserlerdir.
Münâcâtları kaleme alan kimseler eserlerinde Allah’a yakarışta bulunup yalvarırlarken genellikle günahlarından pişmanlıklarını ifade ettikten sonra günahı yalnızca Allah’ın bağışlayabileceği; Allah’ın rahman, rahim ve gaffur olduğunu anlatırlar. Allah’ın rahmetin ve mağfiretinin genişliği ayet ve hadislerle delillendirilir. Aynı zamanda bir İslam edebiyatı ürünü olan Münâcâtın ilk örnekleri hakkında çeşitli fikir ayrılıkları vardır. Bazı gelenekler Hz. Ebubekir’e dayandırırken bazı gelenekler ise Hz. Ali’ye dayandırırlar. Ancak İslam edebiyatının ana kaynağının Kur’an-ı Kerim ve Hadisler olduğu kabulünden hareketle bazı araştırmacılar Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan başlayarak Kur’an-ı Kerim’de geçen dua ve yakarışların ilk Münâcât örnekleri olduğunu ileri sürmüşlerdir[4].
İslamiyet öncesindeki dönemde Araplar’da güçlü olan şiir varlığı, İslamiyet ile beraber çeşitli edebi türlere dönüşürken Münâcâtlar da Hz. Peygamber sonrası dönemde gelişme göstermeye başlar. İslamiyet’in Arap yarımadası dışına yayılmasıyla beraber Farslar ve Türkler’de kendi hayat tarzları ve İslamiyet algıları üzerine dini motifli şiirler ve eserler kaleme alırlar. Türkler, İslamiyet ile ilk defa Talas Savaşı esnasında karşılaşırlar ancak Türklerin yekûn bir biçimde İslamiyet ile müşerref oluşları Selçuklu Devletini kuran Oğuzların 960 yılında kitlesel bir biçimde ihtida etmesiyle gerçekleşmiştir. Kaynaklardaki mübalağalı olduğu düşünülen rivayetlere göre 200 bin çadır Oğuz/Türkmen İslamiyet’e geçecektir[5]. İşte Türk edebiyatındaki Münâcâtlar da tedrici bir biçimde bu süreçten sonra yer almaya başlayacaktır.
Klasik Türk Edebiyatında Münâcât ve Tahlilleri
Türkler; İslamiyet ile tanıştıktan sonra bozkır kültürünü ya İslam esas ve usullerine göre tadil etmişler ya da İslamiyet’e muhalif gördükleri için terk etmişlerdir. İslamiyet öncesi dönemde nüfusunun kesif bir kısmı tek bir Tanrı’ya (Gök Tanrı) inanan Türkler bozkır hayatının konargöçer düzeninin de etkisiyle güçlü bir sözlü kültür geliştirmişler ve Tanrı’ya olan inançlarını akınları, göçleri kısacası hayatlarına dair her alanda özgün bir yakarış usul ve uslübu ile ifade etmişlerdir. Ozanlar vasıtasıyla dile gelen ve kopuz gibi aletlerle kulağa uzanan bu yakarışlar, İslamiyet ile tanışılmasından sonra Münâcât örneklerinin güçlü bir şekilde oluşmasını da bir anlamda tetiklemiştir. Münâcât’a dair en güzel örnekler hiç şüphe yok ki binlerce yıllık Türk-İslam tarihinin her anlamda zirvesini teşkil eden ve büyük bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti döneminde verilmiştir. Divan Edebiyatı olarak ifade edilen Klasik Türk Edebiyatı, Türk-İslam tarihinin en olgun ve geniş yelpazeye sahip Münâcâtlarını barındırmaktadır.
Hatta pek çok ismin divanı, münâcâtlarla başlamaktadır6. Klasik Türk edebiyatında Münâcât türünün en meşhur isimleri Ahmed-i Dâî, Şeyhî, Ali Şîr Nevâî, Adlî, Fuzûlî, Muhibbî, Bahtî, Azmîzâde Hâletî, Nef‘î, İsmetî, Nâilî, Necîb, Esrar Dede, Nevres olarak kabul edilir.7 Biz de şimdi bu zenginlik içerisinden seçtiğimiz bazı Münâcâtları tahlil etmeye çalışacağız. İlk örneğimiz Fuzuli’ye ait. Evvela Münâcâtın asli haldeki yazılışını akabinde günümüz Türkçesini vereceğiz. Sonrasında ise fikri tahlilini yapmaya gayret edeceğiz:
“Yâ Rab hemîşe et lutfunu reh-nümâ mana
Gösterme ol tarîki ki gitmez sana mana
Kat’eyle âşinâluğum andan ki gayrdur
Ancak öz âşinâlarun et âşinâ mana
Bir yolda sâbit et kadem-i i’tibârumı
Kim reh-ber-i şerî’at ola muktedâ mana
Yok mende bir amel sana şâyeste ah eger
A’mâlüme göre vere adlün cezâ mana
Havf-i hatâda muztaribem var ümîd kim
Lutfun vere beşâret-i afv-i hatâ mana
Men bilmezem mana geregin sen hakîmsen
Men’eyle verme her ne gerekmez sana mana8”
Günümüz Türkçesi ise şu şekildedir:
“Ya Rabbi lütfunu her zaman bana yol gösterici kıl.
Sana ulaşmayan yolu bana gösterme.
Sana yabancı kişilerle olan dostluğumu kes.
Sadece kendi dostlarına beni dost et.
İtibar adımımı öyle bir yerde durdur ki,
Şeriat kılavuzu Hz. Muhammed bana önder olsun.
Eğer senin adaletin bana amellerime göre bir ceza verirse yazık,
Çünkü bende sana yakışır bir amel yok.
Hata korkusuyla müzdaribim.
Senin lütfunun bana hatamın bağışlanacağı müjdesini vereceğini ümit ediyorum.
Ben bana gerekeni bilmem. Sen hakimsin.
Bana ne gerekmiyorsa beni ondan uzaklaştır, onu verme.
Benim istediğim senin istediğindir.
Haşa! Çünkü benim senden başka bir isteğim yoktur.
Beni Fuzuli gibi heves hapsinde bırakma.
Ya Rabbi beni yokluk yoluna yönelt.”
Klasik Türk Edebiyatının belki de en büyük şairi olan Fuzuli; sahih bir inanç ve imanla yöneldiği Allah’a münâcât ederek O’ndan, taleplerde bulunuyor. Kendisine göstereceği yolun yalnızca Rabbine ulaştırmasını dilerken Allah’a yabancı kişilerden kendisini uzak tutmasını ve yalnızca kendisine dost olanlarla dost kılmasını niyaz ediyor. Fuzuli’nin bu dizeleri hiç şüphe yok ki Kur’an-ı Kerim’in “… doğrularla/salihlerle beraber olun.” emrine muvafıktır[1]. Hz. Muhammed’in kendisine önder olduğunu ifade eden Fuzuli hata korkusuyla ızdırap içinde olduğunu ve Allah’tan bağışlanma müjdesi beklediğini ifade ediyor. Tasavvufi bir birikimi de olan Alevi meşrep Fuzuli burada mutasavvıfların ortaya koyduğu ‘havf ve reca’ yani ‘korku ve ümit’ ilkesine matuf olarak Hakk’a yöneliyor. Kendisi için gereksiz olan her şeyden azade olmak istediğini ifade eden Fuzuli yine tasavvufi bir yoruma paralel olarak son dizesinde Allah’tan kendisini ‘yokluk’ yoluna yöneltmesini istiyor.
Türk milletinin Allah sevgisi kadar Hz. Peygamber sevgisi de müstesna bir düzeydedir.
Hz. Peygamberi çok seven Türkler evlatlarına O’nun adını koyarken “O’nun adını taşıyan çocuklarımız kötü bir iş yaparlar ve Hz. Peygamber’in ruhaniyeti incinir.” düşüncesi ile Muhammed yerine ‘Mehmet’ ismini ihdas etmişlerdir. Türklerdeki Hz. Peygamber sevgisini en iyi dile getiren isimlerden birisi de Vesiletü’n-Necat adlı eseriyle, Süleyman Çelebi’dir. Halk arasında Mevlid olarak da bilinen bu eserin sahibi Süleyman Çelebi, Vesiletü’n-Necat’ta bir münâcâta da yer verir. O münâcâttan bir kısım, sade bir dille yazılması sebebiyle günümüz Türkçesine yakın bir anlaşılırlık düzeyine sahiptir:
“Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ana
Allah adı olsa her işin öni
Hergiz ebter olmaya anun som
Her nefesde Allah adın di müdâm
Allah adıyla olur her ış temam
Bir kez Allah dise aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
İsm-i pakın pâk olur zikr eyleyen
Her murada irişür Allah diyen.[1]”
Günümüz Türkçesi ise şöyledir:
“İlk önce Allah adını zikredelim
Her kula (Allah adını zikretmek) bütün işlerde vaciptir
Her kim işe başlarken Allah adını anarsa
Allah o işini ona kolay kılar
Önce Allah’ın adı zikredilerek başlanan bir iş
Asla kuru ve verimsiz olmaz
Kendini her nefeste Allah’ın adını anmaya alıştır
(Çünkü) Ancak Allah’ın adıyla her iş tamam olur
İnsan bir defa aşk ile “Allah” diyebilse
Bütün günahları sonbahar yapraklarının ağaçtan döküldüğü gibi dökülür
Allah’ın temiz ve pak ismini anan temizlenir
Allah diyen her muradına kavuşur.”
Süleyman Çelebi; herhangi bir işe başlandığında Allah’ın adının anılması gerektiğini ifade ediyor. Bu ifadede Hz. Peygamberin ilgili hadisine paralel bir meşruiyet içeriyor. Allah adıyla başlanılacak her işin önüne çıkacak kapılarının açık olduğu ve başarıya ereceğini söylüyor. Kalpten, iman ve vecd ile bir defa Allah’ı zikredebilen kulun günahlarının silineceğini, Allah’ın adını anan kişinin yeniden doğmuş gibi temizlenip her türlü muradına ereceğinin altını çiziyor. Bu ifadeler de şüphe yok ki Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler ile beraber tasavvuf kültürü içerisinde yer alan ilkelere matuf bir şekilde münâcâta yazılıyor.
Divan edebiyatı, Osmanlı Devleti sultanlarının da divanlarını, eserlerini barındırır. Sultan II.
Beyazıt’ta sahip olduğu bir divanda münâcât kaleme almıştır:
“Hudâyâ Hudâlık sana yaraşır
Nitekim gedâlık bana yaraşır
Çü sensin penâhı cihan halkının
Kamudan sana iltica yaraşır.
Şeh oldur ki kulluğun etti senin
Kulun olmayan şeh gedâ yaraşır
Şu dil kim mâriz-i gamındır senin
Ana zikrin ile şifâ yaraşır.
Şu kim dürr-i gufrânın almak diler
Der-i gamın bahrine âşnâ yaraşır
Eğerçi ki isyanımız çok durur
Sözümüz yine ‘Rabbena’ yaraşır[1].”
Adlî mahlaslı II. Beyazıt’ın münâcâtının günümüz Türkçesi şöyledir:
“Allah’ım ilahlık sana yaraşır.
Nitekim dilencilik bana yaraşır.
Çünkü sensin sığınağı dünya halkının.
Her şeyden sana sığınmak yaraşır.
Şah odur ki, kulluğunu etti senin.
Kulun olmayan şaha dilencilik yaraşır.
Her ne kadar günahımız çok olsa da,
Bize yine “Ey Rabbim” diye yalvarmak yaraşır.
Eğer adaletinle sorgularsan Adlî’yi
Azaptır onun layığı, ki yaraşır.
Sen eyle onu ki sana yaraşır.
Ben ettim onu ki bana yaraşır”
Sultan II. Beyazıt münâcâtına Allah’ı ululayarak kendisini ise tahfif ederek başlıyor. Kulların sığanağının Allah olduğunu yalnızca O’na sığınmanın kullarına yaraşacağını söylerken Allah’ın ‘hâkim’ sıfatını vurguluyor. Gerçek hükümdarın Allah’a kulluk eden kimse olduğunu,
O’na kulluk etmeyenin ise ancak dilenci olabileceğini, günahları ne kadar olursa olsun kullara “Ey Rabbim” diyerek Allah’a yönelmenin düştüğünün altını çizerek umutsuz ve biçare kimselere ümit aşılıyor. Allah’ın adaletinin yüce olduğunu, Allah’ın adaletiyle kendisini sorgularsa ancak cehenneme gideceğini ancak rahmet ve mağfiret ederse kurtulabileceğini, Allah’a ancak bunun yakıştığını ifade ediyor.
Klasik Türk Edebiyatındaki bir başka münâcât da Muhibbi mahlaslı Osmanlı Devleti hükümdarına, Kanuni Sultan Süleyman’a aittir. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı tarafından yayına hazırlan Muhibbi Divanı birinci cildinde yer alan ve yine günümüz Türkçesiyle anlaşılan münâcât şu şekildedir:
“Ẕikr-i bismillāhirraḥmānirraḥim
Āşikār u gizlüye sensin ‘alim
Derdmendem derdüme eyle devā
Kim kamu ḫastalara sensin ḥakīm
Ḥamdülillāh kim Muḥammed ümmeti
Eyledüñ bu bendeleri yā Kerīm
Soñ nefesde sakla īmānum benüm
Bulmaya yol aña şeyṭān-ı racīm
Muṣṭafā’nuñ ḥürmetine yā İlāh
Sen müyesser eyle cennāt-ı na‘īm
Rūz-ı maḥşerde Muḥibbī bendeñi
Irma anı raḥmetüñden yā Raḥīm[1].”
Günümüz Türkçesi şu şekildedir:
“Bismillahirahmanirahim zikri
Gizli ve açık olanı bilen sensin
Allah’a hamd olsun ki
Kerim sıfatınla ümmet-i Muhammed’den kıldın
Son nefese kadar bu imanı sakla
Şeytan ona erişmeye yol bulamasın
(Muhammed) Mustafa hürmetine,
Cennet-i naimi nasip eyle
Mahşer günü Muhibbi kulunu,
Rahim olan sen, ayırma rahmetinden.”
Kanuni Sultan Süleyman münâcâtın da Bismillahirahmanirahim zikrinin gizliyi aşikâr ettiğini, derde ve halktaki bütün hastalara deva verenin Allah olduğunu, Kerim sıfatıyla Allah’ın kendisini Hz. Muhammed ümmetinden kıldığını ifade ediyor. Kanuni buraya kadar ki kısımda daha çok duaya başlayan bir kulun hamd etme halini yansıtıyor. Devamında şeytanın ulaşamayacağı bir biçimde son nefesine kadar imanının saklanması niyazında bulunup Hz. Peygamberin hürmetine cennetle müjdelenmeyi Allah’tan talep ediyor. Mahşer gününde rahmetinden beni ayırma diyerek, münâcâtını bitiriyor.
Divan Edebiyatındaki bir başka münâcât da Nef’i’ye aittir. Hicivleriyle meşhur olan Nef’i, Sultan IV. Murat döneminde saraya da yakın olmuş bir isimdir. Sultanın yasaklamasına rağmen kendi deyimiyle dilini tutamayıp hicivlerine devam eden Nef’i, bir hicviyesinde konu edindiği Gürcü Bayram Paşa’nın gazabına uğrayarak hayatını kaybedecektir. Naaşının akıbeti bilinmediği için bir mezarı olmayan Nef’i için müntesibi olduğu yolun ulusu Mevlana’nın türbesinin haziresinde bir makam inşa edilmiştir. Bu kabına sığmayan kelam ustasının münâcâtı şu şekildedir:
“Yâ Rab dilimi sehv ü hatâdan sakla
Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla
Basdım reh-i vâdî-i rübâîye kadem
Ta’n-ı hâr-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla
Yâ Rab kerem et bendene ihsân eyle
Düşvâr olan ahvâlimi âsân eyle
Dünyâ hevesinden koma gönlümde eser
İstersem eğer cenneti zindân eyle[2].”
Nef’inin münâcâtının günümüz Türkçesi ise şu şekildedir:
“Allahım, dilimi kusur ve hatadan koru.
Düşüncemi yalan ve ikiyüzlülükten koru.
Rubai vadisinin yoluna ayak bastım.
İki ayaklı cahil eşeklerin ayıplamasından koru.
Allahım kuluna lütfet, bağışla
Zorda olan durumumu kolaylaştır
Dünya hevesinden gönlümde bir eser bırakma
İstersem eğer (bana) cenneti zindân eyle.”
Hiciv üstadı olan Nef’i Allah’a dilini aslında kalemini yani hicvini hatadan, düşüncesini de yalan ve ikiyüzlülükten koruması için dua ediyor. Sarayla içli dişli olan Nef’i’nin bu niyazda bulunması çok normal. Kelamları ile Rubai yazmaya başladığını ve bu mecrada/alanda cahillik edeceklerin ayıplamasından, hicivlerinden Allah’ın kendisini korumasını istiyor. Allah’tan bağışlanma ve zordaki durumuna karşı yardım talep eden Nef’i, dünyaya dair gönlündeki bütün heveslerin alınmasını, icap ederse cennet halinin ona zindan görünecek kadar dünyadan kopuk ve ukbaya memur bir hale dönebilmeyi arzu ediyor.
Buraya kadar verdiğimiz münâcât örnekleri her ne kadar tekke kültüründen izler barındırsa da müelliflerin kimlikleri daha çok kitabi İslamiyet algısı ile ilintilidir. Vereceğimiz son iki örnekte ise doğrudan tekke kültürü içinde yetişmiş isimlerin münâcâtlarına başvuracağız. Bunlardan birisi de Eşrefoğlu Rumi’dir. Eşrefoğlu Rumi, Ankara’nın manevi mimarlarından kabul edilen Hacı Bayram’ın irşadında manevi yolculuğunu tamamlar. Kaleme aldığı eserler de kitabi İslamiyet algısından ziyade tekkelerde var olan İslamiyet algısına matuftur. Onun bir münâcâtı şu şekildedir:
“İlâha, pâdişâha bînniyaza
Yüce dergâhına geldim Hüdâya
Benim hâcât ile gönlüm doludur
Velî idem, bu gönlüm bed huyludur.
Günah yükünü arkama vurundum
Acz toprağına arkamı süründüm.
Tevazu birle el sana getirdim
Kapına yüz karasını getirdim.
Bilirim pâdişâh-ı bî niyazsın
Sana yalvaranı mahrum komazsın.
Verirsin kullarına istediğin
Bilirsin her kulunun ne dediğin[3].”
Eşrefoğlu Rumi’nin münâcâtının günümüz Türkçesi ise şu şekildedir:
“Allah’a, mülkün sahibine, duaya geldim
Benim gönlüm istekler ile doludur
Benim gönlüm kötü huyludur velakin ne yapayım
Günahlarımı yüklendim, sırtladım
Acziyetimi fark edip sırtladım
Tevazuyu öğrenip sana geldim
Bilirim duaları kabul eden mülklerin sahibisin
Sana dua edeni yolda bırakmaz, işini tamam edersin
Kulların senden ne isterse verirsin
Her kulunun ne istediğini de bilirsin.”
Eşrefoğlu Rumî münâcâtında Allah’ı Kur’an-ı Kerim’de geçen bir ayete matuf olarak ‘padişah’ olarak nitelendiriyor. Buradaki metafor, Allah’ın her şeyin sahibi olduğunu fikrini taşımaktadır. Mülklerin sahibine dua için huzuruna geldiğini çünkü kalbinin istekler ile dolu olduğunu ifade ediyor. Klasik bir mutasavvıf gibi kalbinin günahlarla dolu olduğunu ancak kendisinden başka gidecek kapısının olmadığını, aciz ve biçare olduğunun farkında olarak tevazu yani duaya yaraşır bir kulluk ihsanı ile yakarışa başladığını ifade ediyor. Duaları kabul edenin yalnızca Allah olduğunu ve O isterse her kulun işini tamam edip yarı yolda bırakmayacak kadar azamet sahibi olduğunu anlatıyor. Eşrefoğlu Rumî münâcâtının ilgili kısmında son olarak Allah’ın, kullarının kalplerindekini bildiğini ve ancak O’ndan istenilen bir şeyi, O’nun verebileceğini anlatarak Allah’ı ta’zim etmeye devam ediyor.
Ehl-i tarik olmakla beraber divanında münâcâtı bulunan bir diğer isim de nam-ı diğer Niyazî-i Mısri’dir. Asıl adı Mehmet olan müellif, eğitimini Mısır’da aldığı için “Mısrî” olarak anılırken şiirlerinde Niyazî mahlasını kullanmıştır. Niyazî-i Mısri Halvetiyye meşayıhından olup Mısriye kolunun da kurucusudur. Münâcâtından bir kısım şu şekildedir:
“Ya Rab, bize ihsan it vuslat yolını göster
Surette koma can it, uzlet yolını göster
Eyledi heva garet, oldı işümüz adad
Dergahın ulı gayet, kudret yolını göster
Nefsümi hevadan kes, kalbümi riyadan kes
Meylümi sivadan kes, halvet yolını göster
Talim idüp esmayı, bildür bize eşyayı
Duymağa “Ev edna[4]” yı, hikmet yolını göster
Candan sana talib kıl, her taate ragıb kıl
Bir pire müsahib kıl, hidmet yolını göster[5].”
Niyazî-i Mısrî’nin mezkûr münâcâtının günümüz Türkçesi şöyledir:
“Rabbim, bize sana kavuşma yolunu göster
Zahirdeki manada takılıp kalmayalım (dünyadan el çekip) manaya kavuşabilelim
Nefsimizin hevalarına/heveslerine uymak adet haline geldi
Sen kudret sahibisin, dergahına varmanın yolunu göster
Benim nefsimi dünya heveslerinden ve riyakarlıktan kurtar
Dünyaya meyletmekten kurtar ve bana sana erişmenin yolunu göster
İsimlerini öğrenip bize dünyaya dair malumatlar ver[6]
Benimle birlikte olduğunu duyayım bana hikmet yolunu göster
Beni sana ve emirlerine tam (candan; kalben ve amelen) itaat eden bir kul eyle
Bir dostuna beni yardımcı yap ve sana ulaşmanın yolu olan hizmeti nasip et.”
Niyazî-i Mısrî münâcâtına tam bir mutasavvıf usulüyle giriş yapıyor. Ehl-i tarik kimseler insanı kâmil olup ‘vuslata’ ermeyi yani manen dünyada da Allah’a kavuşmayı hedeflerler buna da ‘vuslat’ derler. Mısrî, Allah’tan kendisine erişmenin yolunu göstermesini, dünyadaki zahirlerde takılıp kalmadan batının farkına varabilme ilminin kendisine verilmesini isteyerek duasına başlıyor. İnsanoğlunun nefsine uymayı adet edindiğini bu yüzden günahlar içinde olduğunu bundan kurtulmak için de kudret sahibi Allah’tan O’na kavuşmanın yolunu göstermesini istiyor. Nefsinin dünya hevesleri ve riya ile dolu olduğunu bundan kurtulmak istediğini, dünyaya dair olan isteklerinden sıyrılıp Allah’ın yoluna girmek istediğini ifade ediyor. Hz. Adem’in yaratılışını anlatan kıssadaki gibi bütün isimlerin ve eşyaların kendisine öğretilerek hikmete kavuşmuş olmayı dileyen Mısrî, Allah’ın kendisi ile beraber olduğunu anlayacak manevi makama erişmiş olmayı da niyaz ediyor. Son olarak ise mutasavvıfların hedefindeki rol model olan insan-ı kamil gibi Allah’ın bütün kanunlarına kalben ve amelen uyan bir kul olabilmeyi talep ederken aldığı tekke kültürüne matuf olarak bir Allah dostuna kendisin dost kılıp o dosta hizmet ederek Allah’ın marifetine erebilmeyi diliyor.
Sonuç
Klasik Türk Edebiyatında münâcât; estetik veyahut edebi kaygıdan ziyade müellifin Allah ile arasındaki rabıtaya uygun olarak kaleme alınmış kelamlar bütününü temsil etmektedir. Münâcâtlarda müellifler, içinde bulunduğu ruhani durumdan mütevellit Allah’a olan yöneliş usullerini de bir bakıma tasvir ederler. Kimilerinin rahmet umması, kimilerinin cehennemden sakınmak için niyaz etmesi, kimilerinin ise Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” ilkesinden mülhem zahirden ziyade batını merkeze alan bir üst ölçek ile Allah’a yakarışta bulunması; münâcâtların özel olduğu kadar özgünlüğünü de ortaya koymaktadır. İslamiyet öncesi dönemde Tanrı/Yaratıcı ile irtibatları hayatlarının her alanında olan Türkler, İslamiyet ile müşerref olduktan sonra dua/niyaz/yakarış içeren seslenişlerinde münâcâtları hem bir vesile hem de bir edebi ürün olarak ortaya koymuşlardır.
Bu ürünlerin en nadide ve başarılı örnekleri ise hiç şüphe yok ki Divan Edebiyatında verilmiştir. Divan Edebiyatı diğer adıyla Kllasik Türk Edebiyatı içerdiği Farsça ve Arapça kelime ile takılar başta olmak üzere temsilcilerinin havas tabakasına denk gelen ‘seçkin’ zümreden olması ile mezkûr edebiyat bütününün saray ve etrafında neş’et eden bir sürecin ürünü olması gibi sebeplerden dolayı çoğu araştırmacı ve ilim insanı tarafından tenkit edilse de Türk tarihinin en parlak dönemlerinin yaşandığı devirlerin bir sonucu olarak Türk edebiyatına ciddi bir miras bırakmıştır. Münâcâtlar da bu zengin ve dolu içeriğin en sübjektif ve en nev-i şahsına münhasır örnekleri arasındadır.
Biz de makalemizde klasik Türk edebiyatının önemli isimlerinden yedi ismin münâcâtlarından bazı kısımları irdelemeye çalıştık. Bunu yaparken mümkün mertebe sahip oldukları sosyokültürel, siyasi, iktisadi ve teolojik durum ve birikimleriyle beraber yaşadıkları dönemin iklimini de bağlam içerisine katarak, münâcâtların tahlillerini anakronizme düşmeden ancak günümüz insanında ve edebiyat araştırmacısında oluşturduğu anlam bütününü ortaya koyarak aktarmaya çalıştık. Türk Müslümanlığının edebiyattaki en safiyane örneklerinden olan münâcâtlar Türk inanış ve hissiyatını, Türk’ün Allah, Hz. Muhammed, cennet, cehennem, mürid-padişah ilişkisi, zahir ve batın irtibatı gibi mefhumlarla olan iltisakını en içten şekilde anlatmaya ve gelecek nesillere aktarmaya devam edecektir.
Kaynakça
AKKUŞ, M. (2018). Nef’î Dîvânı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
BAYRAM, Y. (2018). Adlî Dîvânı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
ÇALIŞKAN, A. (2016). “Bir Tür Olarak Münâcât Ve İbrahim Şinâsȋ Efendi’nin ‘Münâcât’ının Tahlili”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 9.
ÇELEBİ, S. (2016). Vesiletü’n-Necat, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
KOÇİN, A. (1998). “Divân Şiirinde Münâcât”, Doktora Tezi.
Kur’an-ı Kerim.
MACİT, M. (2006). “Münâcât”. TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, C. 31.
RUMİ, Eşrefoğlu. (2017). Eşrefoğlu Rumi Divanı, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
TARLAN, A. N. (2001). “Fuzûlî Dîvânı Şerhi”, İstanbul: Akçağ Yayınları.
TURAN, O. (1980). Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti. İstanbul: Dergah Yayınları.
VARLI, M. BİLGİLNER, M. S. (2012) Niyazî-i Mısrî Divanı ve Şerhi, İstanbul: Esma Yayınları.
YAVUZ, K. YAVUZ, O. (2016). Muhibbî Divanı, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.
[1] Hazırlayanlar: YAVUZ, K. YAVUZ, O. (2016). Muhibbî Divanı, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, sf: 101.
[2] Hazırlayan: AKKUŞ, M. (2018). Nef’î Dîvânı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, sf: 296.
[3] RUMİ, Eşrefoğlu. (2017). Eşrefoğlu Rumi Divanı, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, sf: 163.
[4] Allah’ın kulu ile birlikte olması, anlamına gelen bir tabir.
[5] Hazırlayanlar: VARLI, M. BİLGİLNER, M. S. (2012) Niyazî-i Mısrî Divanı ve Şerhi, İstanbul: Esma Yayınları, sf.
574.
[6] Müellif burada Kur’an-ı Kerim’deki ilgili ayete atıf yapıyor. Bkz.
[1] Hazırlayan: BAYRAM, Y. (2018). Adlî Dîvânı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, sf: 39.
[1] ÇELEBİ, S. (2016). Vesiletü’n-Necat, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, sf. 79.
[1] Tevbe Suresi, 119.
[1] MACİT, M. (2006). “Münâcât”. TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, C. 31, sf. 533.
[2] MACİT, M. a.g.m., sf. 534.
[3] MACİT, M. a.g.m., sf. 535.
[4] ÇALIŞKAN, A. (2016). “Bir Tür Olarak Münâcât Ve İbrahim Şinâsȋ Efendi’nin ‘Münâcât’ının Tahlili”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 9, S. 3, sf. 91.
[5] TURAN, O. (1980). Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti. İstanbul: Dergah Yayınları, sf. 67. 6 KOÇİN, A. (1998). “Divân Şiirinde Münâcât”, Doktora Tezi, Ankara, sf: 68.
[7] MACİT, M., a.g.m., sf. 535.
[8] Hazırlayan: TARLAN, A. N. (2001). “Fuzûlî Dîvânı Şerhi”, İstanbul: Akçağ Yayınları, sf. 23-27.
Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…