Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Ufka Odaklanmak: M. Kutlu’nun Yeni Eleştirisi

Yazar: Servet Sena Çelik

Sanayi Devrimi’ni takip eden süreçle beraber insanoğlunun hayatında sosyal, siyasi, iktisadi ve askeri pek çok değişim yaşanır. Bu değişimler; peşi sıra olmak kaydıyla yeni değişimleri de tetikler. Bilhassa 19. yüzyıla gelindiğinde Avrupa merkezli ‘modernleşme’ süreci -ki Reform ve Rönesans’ın bir sonucudur- pozitivizmi bir itici güç olarak ileri sürer. Bilimsel metodolojik serüvenle ortaya çıkan pozitivizm; felsefi bir metotla şekil alırken tarihi, edebiyatı, sosyal bilimleri kısacası insana dair her şeyi etkilemeye başlar.

Bu kelebek etkisi -pozitivizme uygun olarak- edebiyat çalışmalarını da sistematik hale getirmenin yolunu açar. Kuramları ve eleştiri tarzlarını doğurur. Yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren pozitivist eleştiri, sosyolojik eleştiri, Marksist eleştiri, yapısalcılık vb. gibi pek çok akım, kuramlar haline evrilir[1]. Bir şiiri/metni anlama ve anlamlandırmada gerek ideolojik bir süzgeç gerekse de edebi zevke matuf bir bakış açısı veyahut metodolojik bir form tevdi eden pek çok kuram, edebiyat dünyasını daha da zenginleştirmiştir. Bunlardan birisi de Yeni Eleştiri’dir.

Yeni Eleştiri ve Onu Ortaya Çıkaran İklim

Edebiyat kuramları, arkasında kendisini oluşturmuş bir zaman akışı ve olgunlaşmış, taşmayı bekleyen felsefi bir birikim barındırır. İsmini Ransom’dan alan Yeni Eleştiri de arka planında böyle bir tecrübeye sahiptir.Net bir tarif yapacak olursak; Yeni Eleştiri, 1930’lu yıllarda ortaya çıkan ve 1960’larda önemini yitiren bir eleştiri türüdür. Yeni Eleştirinin merkezinde sadece ‘metin’ bulunmaktadır. Yazarın hayatının yanı sıra eserin kaleme alındığı tarihsel süreç hatta okuyucu dahi mutlak manada görmezden gelinir.

Yeni Eleştiriciler, Rus biçimcilerinden yararlanmayı ihmal etmemişlerdir. Onlardan ilhamla, kuramlarını geliştirirler. Çalışmalarını ise daha çok İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdüreceklerdir[2]. Yeni Eleştiriciler, şiirin Romantiklerin elinde duygusal bir şey haline geldiğini belirterek, anlamı yazarın iç dünyasında aramanın doğru olmadığını toplum ve okurun da anlamı aramada devre dışı bırakılması gerektiğini düşünürler ve “yakın okuma tekniğini kullanarak anlamı metinde ararlar. Yeni Eleştiri’yi ortaya çıkaran etkenlere bakılınca Mehmet Rıfat’ın ifadeleri bu anlamda özetleyici mahiyette olur. Akımın sınırlarını ve ilkelerini kesin çizgilerle belirlemek oldukça zordur. Ancak akıma değişik dönemlerde katılanların ya da destek verenlerin temeldeki ortak noktaları, eleştiri alanındaki tarihsel-pozitivist yöntemlere, yaşam öyküsel yaklaşımlara, metni doğuş kaynağına bakarak açıklama anlayışlarına karşı çıkma biçiminde ortaya konulabilir.[3]

Yeni Eleştirinin 1930-1960 arasında ‘altın çağı’nı yaşamış olmasına dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ortaya çıkış dönemi, Birinci Cihan Harbi’nin büyük yaralarının sarıldığı yalnızca artçı sarsıntılarının kaldığı bir zaman dilimidir. O güne kadar görülmüş en büyük konvansiyonel muharebeler, Birinci Cihan Harbi sırasında meydana gelmiştir.

Savaş; İtilaf ve İttifak devletleri adları verilen iki kutbun altındaki devletler arasında meydana gelir ve İtilaf devletleri savaşı kazanır. Galipler, mağluplara ağır şartlar içeren ateşkes ve barış antlaşmaları dayatırlar. Osmanlı Devleti’ne de Sevr Antlaşmasını[4] dayatma cüretini göstermişlerdir. Ancak Türk milleti, Türklüğün Anadolu’dan silinmesi anlamına gelen bu zulme karşı Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Millî Mücadele’yi[5] başlatmış ve Sevr adlı dayatmayı yırtmıştır.

Türkiye haricindeki diğer mağlup devletler ağır şartlara boyun eğmek zorunda kalmış ve bu durum da İkinci Cihan Harbi’nin patlak vermesine sebep olmuştur. Özellikle Almanya’nın imza ettiği Versailles Antlaşması, Hitler’i ortaya çıkaran iklimi doğurmaya yetmiştir[6]. İkinci Cihan Harbi 1939-1945 tarihleri arasında meydana gelmiştir ki; bu dönemde bütün devletler ve ülkeler, Birinci Cihan Harbi’nde yitirdikleri insani, iktisadi ve askeri kayıplara tamir ve telafi etmek adına kendi içlerine dönmüşlerdir. Çünkü harp esnasında iki taraftan takriben sadece 10 milyon asker hayatını kaybetmiştir[7].

İşte bu sebepten ötürü herkes odağını ‘mevcut olana’ yöneltmiştir. Ortaya çıktığı 1930’larda herkes, Birinci Cihan Harbi’nin etkisiyle içine dönmüşse de etkisini yitirdiği 1960’lara kadar dünyada günler, askeri, iktisadi, politik ve sosyal anlamda çok çalkantılı geçmiştir.

Yeni Eleştiri de bu bakımdan iki cihan harbinin etkisi, süreci ve yaralarının sarıldığı dönemde varlığını doğrudan metne yöneltmiş olmasıyla bir bakıma metin dışında yönelmesi pek de çeşitli seçenekler barındırmayan iklimin ürünü olarak yorumlanabilir. Yeni Eleştirinin arka planını açıkladıktan sonra Mustafa Kutlu’nun Arkakapak Yazıları eserinde yer alan Ufuk hikayesini Yeni Eleştiri kuramıyla yani sadece metne odaklanarak irdelemeye gayret edeceğiz.

Ufuk’un Yeni Eleştirisi 

Verimli bir kalemi olan Mustafa Kutlu, 2014 yılında Arkakapak Yazıları adında bir hikâye kitabı yayımlar. Arkakapak Yazıları’ndaki Ufuk hikayesi, Yeni Eleştiri bakımından, tarafımızdan mümbit bir öykü olarak belirlendi. Şimdi Yeni Eleştiri’ye başlamak isterim.

Yazar hikâyeye “Ufuk” adını vermiş. Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı sözlükte ufuk kelimesinin birkaç anlamı vardır. Hikâyeyi bitirip başlığa tekrar geldiğinizde sözlükte şu anlamın daha uygun olduğunu görüyorsunuz: “Anlayış, kavrayış, görüş, düşünce gücü, ihata[8]. Henüz başlıkta iken bize “Okuyucuyu bir yolculuğa çıkaracağım. Bu yolculuğun ucu bucağı benim çizdiğim sınırlarla değil, okuyucunun/muhatabın anlayışı, kavrayışıyla doğru orantılıdır.” mesajını vermekte ve okuyucuyu maceralı bir yolculuğa davet etmektedir.

Yazar öyküsüne “Hep bir şey olsun diye bekleriz. Gelecek budur.”[9]cümleleriyle başlıyor. İnsanoğlu doğar, büyür, yaşar ve ölür. Bu yaşantı içerisinde de pek çok his ve düşünceyi zihninde, kalbinde barındırır. Beklentiler de insanoğlunun ömür denilen hududu bilinmeyen deryasındaki olmazsa olmazları arasındadır. İslam medeniyeti dairesi içerisinde yer alan tasavvuf müessesi içerisinde ‘havf ve reca’ terkibi vardır. Korku ve ümitli hali birlikte yaşamak gibi bir anlama gelir. Reca, ümitli olma hali, yani bir bakıma beklenti içerisinde bulunma durumudur[10].

İnsan neden beklentiye girer? Bunun rasyonel olarak sanırım iki cevabı vardır; ya zorluk içindeki bir durumda debelenmektedir ve bir kurtuluş arayışındadır ya da  umduğu bir şeyler gerçekleşmemiş, umduğundan geri kalmış lakin yine de ümidini yitirmeyerek mücadeleye ‘bekleme’ ile devam etme yolunu seçmiştir. Geleceğin de bu beklentiden ibaret olduğunu “budur” diye ifade etmesi insana çizdiği rotayı göstermektedir. İnsan ve hayat arasındaki döngüyü belki de en iyi özetleyecek kelime “beklenti” olabilir. Çünkü insanoğlu hep bir şeyleri umarak yaşar.

Yazar hikâyenin devamında şöyle söyler: “Bazen gökyüzü bulutlarla kapanır, sıkıntı kol gezer etrafımızda, belki yağmur yağar, arka bahçedeki çamaşırlar ıslanır yahut güneş açar, bir ıslık duyulur[11].” Bu cümle, bir önceki paragrafta tespit etmeye çalıştığımız yazarın çıkış noktasın ile halet-i ruhiyesini bizlerin gözlerine daha net bir şekilde serer. Gökyüzünün bulutlarla kaplanması; kasvetli bir havada mümkündür. Her ne kadar bazı insanlar kasvetli havayı sevseler de temel olarak kasvetli hava; isminden müsemma olarak zorlukları, sıkıntıları ve bir anlamda hayal kırıklıklarını ifade eden ahvali anlatmak adına kullanılan bir tabirdir. Kasvetli havalara kötü durumlar sebep olduğ*u gibi yine kasvetli havalarda imtihanlar ve sorunlar da artabilir.

Yazarın sıkıntıların kol gezdiğini ifade etmesi, bir bakıma yaşadığı üzüntüyü, içinde kaldığı zoru durumu anlatmaktadır. Lakin cümlenin devamında usta öykücü “yahut” ile başlayarak şu ana kadar anlattığımızın aksinde bir paradigma çizerek ekler; “… güneş açar, ıslık duyulur.” Güneşin açması, her ne kadar ümitsizlik içerisinde olduğunu anlatan ifadelerine muarız gibi görünse de aslolan bu değildir. Gerçekteki anlam, bütüne baktığımızda yine ‘beklenti’ meselesine intibak etmektedir. Çünkü ufuk başlığı altında geleceğe edilen işaret yine altını çizdiğimiz yer, beklentiye çıkmaktadır. Buradan hareketle yazarın her türlü karamsarlık haline rağmen beklentiden, ümitli olmaktan vazgeçmediğini ifade edebiliriz.

Yazar; hevesi kursağında kalmış olmasına rağmen kavi bir inançla ümit etmeyi sürdüren ruh haliyle yoluna devam ederken şunları söyler: “Ufuk hep oradadır. Gemiler hep vardır[12].” Burada ilave olarak değineceğimiz kavram, metafor şüphe yok ki gemi olacaktır. Gemi; insanlık tarihinin en eski zamanlarından beri kullanılan bir ulaşım aracıdır. Daha sonra ticaret ve savaş unsuru olarak da kullanılmıştır. En nihayetinde gemi bir ‘vasıta’ olup insanı bir noktaya götürmekte veyahut bir hedefe taşımaktadır.

Metnin bütüne bakarak ifade edebiliriz ki gemi burada; kasvetli havada sorunlarla boğuşan, hayal kırıklığı yaşamış olmasına rağmen umut etmekten imtina etmeyen kişinin beklentisiyle ilintilidir. Bir vasıta olan gemi; ufku gözleyen kimsenin, umduğu beklentisine onu götürecek aracıdır. Yani gemi aslında beklentiye götüren bir sebep veyahut beklentiyi karşılayacak olan bir sonuçtur. Yazarın ümitvar oluşunun müşahhas halidir.

Netameli olmakla beraber birden fazla duygunun karmaşa değil de kargada yaşadığı satırlardan sonra yazar tedricen dinginliğe doğru yol alır. Gemiler; limana yanaşırlar. Yazar beklentiyi taşıyan ya da beklentiye götürecek olan geminin yanaşmasını ve yolcu alışını şöyle tarif eder: “Derken açıktaki gemiler birer birer ışıklarını yakarlar. Işık, cebe giren el, akşam simidi; bunlar insana güven verir, herhalde “yarın olacak” diye düşünürüz[13].” Yukarıda geminin beklentiye veyahut beklentinin hedefine ulaştıracak araca/vasıtaya karşılık geldiğini ifade etmiştik. Yazarın, geminin limana yaklaşmasını tasvir eden bu anlatısı da savımızın doğruluğunu adeta teyit etmektedir.

Zaman; kıyamete kadar akışı önlenemeyecek ve âdemoğlu tarafından öncelenip-sonralanamayacak bir mefhumdan ibarettir. Akışı, geçişi hayat kadar zaruri bir denkleme tabidir. Dünün geçmişte kalması gibi bugünden sonra gelecek zaman diliminin yarın olması, yani yarının gelecek olması kaçınılmazken yazarın bunu gemi ile tamama erdirmesi, metnin merkezindeki beklenti tasavvurunu daha da güçlendirmektedir. Yarına dair görüş ve fikirlerini sürdürdükten sonra ‘gelecek’ olan bu kaçınılmaz döngüyü farklı bir boyuta taşır: “Yaz olsun deriz. Sandalye çekip oturduktan sonra bir çay söyleriz[14].”

Buradaki yaz metaforu önemlidir. Yaz; huzuru, mutluluğu, beraberinde açan çiçekleri, kalabalıklaşan meydanları, neşeyi getirir. Yaz; kasvetli havanın içinde bulunduğu sonbahar ve kışı geçerek ‘gelen’ ilkbaharın müjdesidir. Tasavvuf literatüründe de yaz, ömrün en verimli günleri olarak görülür. Yanında N. Frye’de edebiyat kuramını tesis ederken mit ve sembollerin arka planındaki kolektif bilincin safhalarını insan ömrünü merkeze alarak ilkbahar, yaz, sonbahar, kış olarak tasavvur etmiştir[15].

Hikâyenin bu safhasında yaz’a geçiş, gelen geminin beklentiye doğru, kişiyi götürmekte olduğu şeklinde yorumlanabilecektir. Nihayetinde her beklenti, bir müjde sonrasında gerçekleşir. Tıpkı bahar müjdesinden sonra yaz mevsiminin gelmesi gibi. Yazın getireceği güzellikleri ve beklenti-si ile ilişkisini işlemeye devam eder. Akabinde karakterin yaz ile yaşadığı zamanı bir ‘gün’ ile tamamlamak adına akşamın oluşuyla birlikte yaşananları anlatmaya başlar: “Uyku bizi bekler ve sevgili hayali[16].”

Uyku; teknik olarak insanın yaşadığı tempo içerisinde gücünün tükendiği amiyane tabirle pilinin bittiği anda devreye alması gereken bir öğünüdür. İnsan ayakta kalmak adına gıdaya, suya nasıl ihtiyaç duyarsa az veya çok bir şekilde uykuya, uyuma da muhtaçtır. Bu hem istekli bir hal hem de zaruri bir durum arz edebilir. Lakin nihayetinde hayattan en azından fiilen kopmak, durmak demektir. Burada uykunun bizi beklediği gerçeğinden maksat, hakikatte kötü gidişatın bir gün sona ereceği ya da iyi şeylerin de bir sonunun olduğu anlamına karşılık gelebilir. Metnin tamamından hareketle bir de şu okumayı yapabiliriz; uyku, bizi bekleyen ve kaçınılmaz bir menzildir.

Bu bakımdan hem kaçınılmaz son olan hem de bizi bekleyen tek bir nokta vardır; ölüm. Yazar hikayesinde beklentiye dair bir girişle yolculuğa başlamıştır. Şüphe yok ki her yolculuk bir hedef veya durakta sonlanacaktır. Yani her beklenti karşılansın ya da karşılanmasın mutlaka bir yerde son’a erecektir. Sevgilinin hayalinden bahseden yazar, burada ucu açık bir simge kullanır. Belki bir insan belki bir eşya, belki bir hayal belki bir dünya isteği, kişinin sev-gilisi olabilir. Bir şeyi hayal etmek onu ummak demektir. Yine girişte ifade ettiğimiz gibi hayal edilen sevgili, beklentiye karşılık gelmektedir.

Yazar, hikâyeyi bitirmeden önce son vuruşları şöyle yapar: “Herkes ufka doğru bakar. Orada ne var? Kim gelecek[17]?” Bu üç cümle, hikâyenin merkezindeki odağını aynı zamanda çıkış noktasını pekiştiriyor, yani beklenti’yi. Yazar herkesin ufka doğru baktığını ifade ederek ne anlatmıştır? Buradan şu anlamla çıkabilir: Ufuk; sebepli-sebepsiz, üzgün-ümitvar hangi şartta olursa olsun ademoğlunun daima gözlemlediği bir şeydir. Oraya bakmak aynı zamanda hayatı yaşamak ve hayatı beklemek demektir.

Çünkü herkesin hayattan beklentileri vardır. Bunu da ufukla, ufuklara bakmakla ifade edebiliriz. Yazar orada ne olduğunu da sormaktadır. Buna cevap vermek için dünyada var olan yaklaşık 9 milyar insandan birer cevap almak gerekir. Çünkü ufukta ne olduğu, hangi insanın neyi beklediği ile doğru orantılı ve değişken olacaktır. Yine ufuktan beklenen ‘şey’ belki bir vasıta değil bir insan olabilir. Bu kişinin ‘kim’ olduğu da bekleyenle yüzde yüz irtibatlıdır. Yazarın bu soruları sorması, okuyucuya “Senin hayattan beklentin nedir?” muhasebesini yaptırma yolunu açmaktadır.

Usta öykücü, hikayesini şu cümlelerle nihayete erdirir: “Olacak olur ve sular çekilir. Zaman oradadır. Yani ufkun yanında. Yani her şey oradadır.” Olacak olan her şeyin ‘olacak’lığı şüphe yok ki kader dairesi etrafında açıklanır. Bu bir itikat meselesi olmakla beraber semavi olmayan dinlerde dahi bir inanç örgüsü içerir. Yeni Eleştiri, yalnızca metni merkeze aldığından müellifin hayatına dair bir durumdan hareketle bu cümleyi ele almak, eski bir eleştiri olacaktır. Ancak kaderin kaçınılmazlığını ifade eden iki kelimenin terkibinden sonra ‘sular’ın çekilir’ olması; beklentinin ta kendisi veyahut aracı olan gemi’ye dair bir gönderme olarak görülebilir. Her gemi bir gün, insanoğlu gibi işlev süresini yitirecektir. Yine her su kütlesi de en geç kıyameti takiben son bulacaktır, kıyıdan çekilecektir. Olacak olan ve akabinde suların çekileceği bir tasavvur ölümü ve kıyameti doğrudan hatırlatmaktadır.

Zaman nerededir? Yazar burada, bizzat ömrünü tükettiği zamandan ziyade belli ki zamansızlık içindeki bir zaman mefhumundan bahsetmektedir ki bu da olsa olsa ahiret hayatında bizim karşımıza çıkacaktır.

Çünkü ömrün sayılı olduğu bir vakit bütünü, tam manasıyla bir zaman anlamı ifade etmeyecektir, mahdut olan bir şey nasıl kusursuz bir gerçeklik keşfedebilir? Müellif son olarak zamanı ufkun yanına koyarak, her şeyin orada olduğunu söyler. Beklentinin çatısı olan ufuk artık manevi bir anlama bürünmüş, sonsuzluğu işaret etmektedir. Çünkü olacağın olmaklığı ve suların bir gün çekilecek oluşundaki mutlaklığı ile bezenmiş; yetinmemiş, bir de ufkun yanında olmak gibi bir paye ile taçlanmıştır.

 

Sonuç

Kuramlar, arkasında tarihsel bir birikimi yani sosyolojik bir gerçekliği barındıran formüllerden mürekkeptir. Bu süreç onların felsefi bir boyut kazandıktan sonra çeşitli bilim dalları arasında yenilenmesiyle yeni form veya boyut kazanmasına doğru metodolojik bir hal etrafında devam eder. Bu bakımdan kuramların en mebzul ve mümbit manada uygulamaya alan bilim dalı hiç şüphe yok ki edebiyattır. Edebiyat; insana dair malumatları, kendi koyduğu sınırlar dahilinde incelerken, kuramları da birer metot olarak kullanır.

Metotların çeşitliliği, edebiyat alanındaki çalışmaların artışına paralel bir katkı sunmakla beraber zenginliği de doğurur. Bu çeşitliliğin çıkış noktası ise insan hayatında yaşanan değişikliklere matuftur.

Sanayi Devrimi’ni takip eden süreç ademoğlunun hayatında bir dizi değişim başlatmış ve ardı arkası kesilmeyecek olan bir revizyon veya yeniden inşa silsilesini de istemeden beraberinde getirmiştir. Modernleşme hikayesinin özeti olan bu süreç, bilimsel veriler ışığında her alana yeni rotalar tayin ederken edebiyata da armağan ettiği kuramlarla hem yeni bir yol açmış hem de hediye ettiği kuramlarda ortaya çıkış sürecine atfen varlığını şiddetli bir şekilde hissettirmiştir. İşte Yeni Eleştiri de iki cihan harbi ile sarsılan insanın kendinden başka bir şeyi odağına alamayışına intibak edercesine eleştiri de yalnızca metni merkezine almıştır. Biz de bu gerçeklikten hareketle Mustafa Kutlu’nun Arkakapak Yazıları kitabındaki Ufuk hikayesine, Yeni Eleştiri zaviyesinden bakmaya gayret ettik.

Ufuk’un Yeni Eleştirisini yaparken asla ve kat’a yazarı veyahut başka hiçbir unsuru hikâyeye dahil etmedik, yorumlarımıza müdahil olmasına izin vermedik. Yalnızca metni ele alırken anlam bütünlüğü içeren cümleleri, bölümleri içerdiği simge ve metafor bağlamında anlayarak anlatmaya gayret ettik. 

 

[1]EMRE, İ. & KOZLU, Z. G. (2020). “Edebiyat Kuramlarının Ontolojisi”, Journal of Social and Humanities Sciences Research, 7(63), sf: 3834.

[2] YOKSUL, U. (2019). “Yeni Eleştiri Bağlamında Oya Uysal’ın Ürperti Şiiri Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Akra Kültür ve Sanat Edebiyat Dergisi, 19 (7), sf: 112.

[3] RİFAT, M. (2004); Eleştirel Bakış Açıları, İstanbul, Dünya Kitapları, c.30, sf: 93

[4] KÜÇÜK, C. (2009). “Sevr” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, c. 37, sf: 1-5.

[5] KÜÇÜK, C. (2005). “Millî Mücadele”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, c.30, sf: 76-83.

[6] SEYDİ, S. (2016). “İkinci Dünya Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cilt, sf: 631.

[7]KURAN, E. (1992). “Birinci Dünya Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, c.6, sf: 197.

[8]https://sozluk.gov.tr/

[9] KUTLU, M. (2014). Arkakapak Yazıları, İstanbul: Dergâh Yayınevi, sf: 46.

[10] ULUDAĞ, S. (2007). “Recâ”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 34, sf: 532.

[11] KUTLU, a.g.e., sf: 46.

[22] KUTLU, a.g.e., sf: a.g.s.

[13] KUTLU, a.g.e., sf: 47.

[14] KUTLU, a.g.e., a.g.s.

[15]TUTUCU, M. (2019). Northrop Frye’nin Mit Teorisi Işığında Dört Farklı Şiirdeki Arketipsel Sembollerin Aydınlatılması, Ardahan, Uluslararası Mitoloji Sempozyumu, sf: 1-5.

[16] KUTLU, a.g.e., sf: 48.

[17] KUTLU, a.g.e., a.g.s.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol