Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Toplumsal Cinsiyetin, Köleliğin Ve Eşitsizliğin Tarihsel Gelişimi

Yazar: Gamze Meriçli

ESKI-YUNANISTANDA-KOLELIK

Kölelik bir özgür olmama halidir ve üzerinde egemen bir otorite gerektirir. Aynı zamanda da bir sömürü düzeni içerisinde var olmaktadır. Bu açıdan köleliğin olduğu her yerde aynı zamanda bir eşitsizlik söz konusudur. Egemen zor kullanarak köle emeğine el koymaktadır. Bu ilişkilerin bulunduğu toplumsal yapıda mutlaka bir üretim ilişkisi vardır. El koyulan bir artı-ürün vardır çünkü hiçbir egemen kölesini beslemek için köle edinmemiştir. Onun temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra da bir artı-ürün üretmesini istemektedir. Bu artı-ürün egemen olan için güç ve mülkiyet anlamına gelmektedir.

En temelde ise tüm bu eşitsizliğin kaynağı özelleşmiş, bireyselleşmiş mülkiyettir. Özel mülkiyetin olduğu toplumlarda sınıflı üretim ilişkileri ve toplum yapısı ile uzmanlaşma görülmektedir. Özel mülkiyeti yaratan ise yarattığı artı değere el koyulan çalışan emeğidir. Çağlar ve değişen toplumlar boyunca bu ilişkiler şekil değiştirmiş olsalar bile öz hep aynı kalmıştır. İlk uygar toplumların köleleri aslında bugünün mavi yakalıları ve hatta beyaz yakalılarıdır. İnsan iş bölümü ve uzmanlaşma arttıkça toplum yapısı açısından değişim ve gelişim göstermiş fakat eşitsizliği yaratan temel mesele hiç değişmemiştir.

İnsanın var olabilmeye devam edebilmesinin koşulu doğa ile etkileşime girmeyi gerektirmiştir. İnsanın doğa ile ilişkisinden en ilkel dönemden en modern döneme kadar ise değişmeyen bir biçimde teknoloji doğmaktadır. Doğa durumunda yaşayan ilkel topluluklar doğaya egemen olmanın ve hayatta kalabilmenin uğraşı içerisinde önceleri basit ve daha sonraları ok-yay gibi karmaşık, sentezci aletler yapmışlar, yaşam koşullarını geliştirmişlerdir. Değişimin ilk itici gücü insan-doğa ilişkisinden doğan teknolojidir. Bu kültürel bir evrimdir ve insanın insan ile olan ilişkilerini de değiştirecektir.  Avcı-toplayıcı eşitlikçi topluluklar alet yapımındaki gelişmelere bağlı olarak avlanma aşamasında takım halinde ve çeşitli görevler üstelenerek iş bölümü yapacaklar ve bu sırada kullandıkları iletişim dili meydana gelecektir.

Alet yapımı ile doğaya ve avına karşı daha güvenli hisseden erkek ataerkinin sabana kadar ilerleyen yapı taşlarını örmüştür. Toplayıcılık yapan kadınların bilgi birikimleri topluluğun istikrarlı bir şekilde beslenmesini sağladığından topluluk içerisinde önemli bir yere sahipken küçük sulama tarımını takip eden süreçte çapanın yerini daha zorlu ve geniş toprakların sürümü, daha çok verim alınabilmesi için sabanın alması ve sabanın erkek tarafından icat edilip kullanılması kadın-erkek eşitlikçi topluluk yapısını bozmuştur.

“Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile birlikte, ağırlıklı olarak alet yapımında bulunan erkekler, yaptıkları aletlerin de sahibi olmuşlardır. Tüm bu gelişmelerin doğal sonucu olarak kadın toplum içindeki yerini ve saygınlığını yavaş yavaş yitirmiştir.” (Tayanç & Tayanç, 1981) Aynı zamanda sabanın icadı ile yağmur suyu ile sulanan, su kenarı olmayan araziler de sürülmeye başlamış daha çok artı ürün elde edilmesinde, toprağın sürülmesinde hayvan gücünden yararlanılmasını da başlatmıştır. (M.Ö. 31) Yani insanın kendi türü içinde bir sıra düzeni yaratmasının yanı sıra kendi türü dışındaki canlılar üzerinde de bir sömürü düzeni başlatmıştır. Daha çok verim daha çok insanı besleyebilmek ve sayıca çoğalmak sonucunu doğurduğundan verim ve nüfus artışı birbirlerini doğru orantılı olarak besleyen unsurlar olmuştur.

Tarım insanlığın yerleşik yaşama geçişini mümkün kılmıştır fakat ilk tarım toplulukları çobanıl göçebe olarak yaşayan savaşçı toplulukların yağmalarına uğramadan önce örgütlü ve sınıflı bir yapıları olmamıştır. Ancak yerleşik yaşam ile birlikte tarım faaliyetlerinin düzenliliği onların düşünüş ve inanış biçimlerine de etki etmiştir. Toprak ve kadın doğurganlık açısından özdeşleştirilerek kadının saygınlığı artmıştır. “Soyun sürdürülmesi ve üretim sürecindeki katkısı aileyi anaerkil hale getirmiştir.” (Aydın, 2000)  Yerleşik tarım ile birlikte insanlar denetleyemedikleri doğa olayları olan sel, kuraklık gibi olaylar karşısında ise aşkın bir yaratıcının varlığına inanmaya ve zamanla bu yaratıcıya tapınmaya başlamışlardır.

Yerleşik yaşam süren topluluklara göre besin sıkıntısı yaşayan çobanıl savaşçı topluluklar, tarım köylerine saldırarak onların ürünlerini yağmalamışlar ve üretici köylüleri öldürmüşlerdir. Fakat daha sonra bu durumun yağma düzenleri adına elverişli olmadığını fark ederek onların içten ve dıştan gelebilecek yağma, talan tehditlerine karşı korumalığını yapmak karşılığında, ürettikleri ve kendi ihtiyaçlarının fazlası olan ürünlerine el koymuşlardır. Artık örgütlü uygar topluma geçiş başlamıştır. Bugünün modern dünyasında devlet ve vergi sisteminin en temel öncülleri oluşmuştur.

Bu el koyma durumu aslında temelde zor kullanarak el koymadır fakat zamanla bu durumu ikna, boyun eğme haline dönüştürerek bu zor kullanımın üzerini örterek silikleştirecek dinsel düşünüş ve bu düşünüşün düzen adına yayılıp benimsenmesini sağlayan uygulayıcıları olan din adamları ortaya çıkmıştır. Tarım yaşamı üretim faaliyetleri sırasında yapılan gözlem ile tohumun gömüldükten sonra belirli bir zaman periyodunda yeryüzüne filizlenerek çıkması, insanlarda ölümden sonra yaşam düşüncelerini de oluşturmuştur. Artı-ürünleri için tapınaklar kurmuşlardır. Din adamları artı-ürünün depolandığı tapınakların yönetiminden sorumlu olduğu gibi çalışanların yönetilmesi işini de üstlenmişlerdir. İlkel komünal topluluklarda bulunan sihirsel düşünüşün evrimleşmiş hali gibi avın verimli geçmesi adına yapılan ritüeller yerine üretimin verimli hale gelmesini düzenlemektedirler. Üretimin iyileştirilmesi ve topluluğun yaşamını mümkün kılan besinlerin elde edilmesini teminen su kanalları açma, bataklıkları kurutma işlerini üstlenmişlerdir. Elde edilen yeni toprakların yönetimi Tanrı adına kendilerinin olmuştur.

Din adamları yetenekli gördükleri köylüleri de tarım işinden çekerek tapınakların değişik işlerinde uzmanlaşmalarını sağlamış ve bu durumda daha önce ev içinde kadınlar tarafından yapılan çanak, çömlek gibi üretimler ev dışında yapılır hale gelmiştir. Bu zanaatkârların doğuşu demektir fakat aynı zamanda kadının topluluk içindeki statüsünü biraz daha yitirmesi anlamı da taşımaktadır. Uzmanlaşma ile birlikte kadın ev içi özel alana ait sorumluluklar ile sınırlanmaya ve kadın erkek eşitsizliği daha belirgin hale gelmeye başlamıştır.

Zanaatkâr sınıfının oluşumunun ve tarım dışı uzmanlaşmanın imkânını sağlayan din adamlarıdır. Bu durum uygar toplumun çok önemli bir tamamlayıcısı olan sanayi sınıfının doğuşu anlamına gelmektedir.  Tarım dışı işlerde uzmanlaşma farklılaşma ise sıradüzeni yani tabakalaşmayı mümkün kılmaktadır. En temelde iş bölümü ile başlayan süreç üretim ilişkilerinin gelişmesi (ki bu noktada aletler, buluşlar önemlidir) yerleşik yaşamda insanların birbirine bağımlı hale gelmesiyle uzmanlaşmayı ve farklılaşmayı doğurmuş ve tabi ki beraberinde sınıflı bir uygar topluma geçilmiştir.

Çalışmanın kısıtlılığı açısından bu bölümde ana hatlarıyla değindiğimiz ilkel komünal göçebe toplulukların yerleşik uygar yaşama geçişlerinin itkisinin fetih ve savaşlar, çobanıl saldırılar olduğunu, bu şekilde bilinen ilk uygarlık olan, su kenarlarında yerleşik yaşam sürülen tarım köylerini sömüren Sümerler (İ.Ö. 3500) ile başlayan eşitsizlikçi uygar toplum yapısının tarihsel sürecine, Batı düşünce ve toplum yapısını etkilediği bilinen Eski Yunan site devletleri üzerinden devam edilecektir.

ESKİ YUNAN SİTE DEVLETLERİ

Yunan uygarlığının öncüsü olan Giritler, toplumsal artısını denizcilikten sağlamaktadır. Ticari mallarının deniz yoluyla taşıyıcılığını yapan bir uygarlıktır.

“Girit’in egemen tacirler sınıfının başında bir tacir ve -rahip kral olan Minos vardı. Minos, Anadolu’dan geldiği sanılan “ana tanrıça” dininde, ana tanrıçanın oğlu ya da kocası (boğa) rölünde olup gittikçe önem kazanan bir tanrının başrahibi durumundadır. Bu durum, ana soy çizgili bir tarımcı topluluktan ataerkil bir uygar tacir topluma geçişin düşünce düzeyine yansıması olarak yorumlanabilir.” (Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, 1995)

Görüldüğü gibi anaerkil bir toplumsal yapı ataerkil bir yapıya doğru evrilmektedir. İlk uygarlıklarda egemen üretim biçimi tarıma dayalı toplumsal artı şeklindeyken tapınma, tapınak ve bunlar üzerinden oluşturulan dinsel düşünüş dini ideolojiyi, sistemli hale getirilmiş bir dünya görüşünü yaratmıştır. İlkel ve eşitlikçi kabilelerin totem inanışları dönemine hakim olan sihirsel düşünüşün benzetmeci yaklaşımı Tanrı-yönetici benzetmesine evrilerek, doğanın dışında güçlü olan egemenlere de aşkın bir otorite gözüyle bakılmasını sağlamıştır. Tarım toplumlarında tapınma ile başlayan, insanın doğa karşısında denetleyemediği olaylara dayanan yaratıcı düşüncesi, toplumsal yaşayışı sırasında karşı koyamadığı egemen güçler için de geçerli hale gelmiştir ve boyun eğmiştir. İtaat ve boyun eğmenin olduğu yöneten-yönetilen eşitsizlikçi ve köleci bir toplum yapısı doğmuştur. Somut düşünüş soyut düşünüşe evrilmiş dinsel düşünüş biçimi ortaya çıkmıştır.  

Bu düşünüş biçimi egemen sınıfın çıkarlarını gözeten bir düşünceyi yayma ve hâkim kılma görevini üstlenmiştir. Aslında Mezopotamya uygarlıklarına ait mitolojik destanlarda da insanlığın egemen olanın buyruğuna ve düzene uyum sağlamaya yönlendirildiğini görürüz.

Enuma Eliş destanında, “Bilge Ea insanları yarattıktan sonra onların üzerine tanrılara hizmet yükledi” dendikten sonra, “bu iş anlayışın ötesindeydi” diye eklenir(bu deyiş, tanrıların yaptığı insanların kavrayışının ötesindedir düşüncesi, düşünce düzeyinde kapılan, nedenleri akılla araşürmaya kapatıp imana açarken, uygulama düzeyinde tanrı adına verilen buyruklara itirazsız uyulmasını sağlayacak bir inancın temellerini atmıştı). (Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, 1995)

İlk uygarlıkların mitolojik metinlerinde dinsel düşünüş ile siyasal düşünüşün düzeni devam ettirmek adına iç içe olduğu görülmektedir. Siyasal düşünüş egemenin çıkarına olacak biçimde dinsel düşünüş üzerinden yayılmaktadır. Sadece tarım üretimi vardır ve farklı çıkarları olan sınıflar bulunmadığından farklı düşünüş biçimleri de bulunmamaktadır. Mezopotamya uygarlıklarında Tanrı-kul, yönetici-yönetilen, efendi-köle ilişkisi eklemlenmiştir ve yöneticiler Tanrı gibi görülmektedir. Bir başka Mezopotamya uygarlığı olan Hitit’lerin siyasal düşünüşü efendi-köle bağlamında dinsel düşünüşün ne şekilde etkili olduğunu açıkça göstermektedir. İnsan-tanrı ve insan- insan ilişkilerinin nasıl iç içe olduğu açıkça görülmektedir. 

“İnsanlarla tanrıların huyları benzerdir; hatta efendi-hizmetçi ilişkileride aynıdır. Hizmetçi efendisi karşısına temiz çıkar, efendisine yiyecek, içecek verir; o zaman efendi hizmetçisine iyi davranır. Hizmetçi tembelse, efendisinin buyruklarına uymazsa, efendi onu cezalandırır, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, öldürür, akrabalarından hesap sorar, ailesini de yok eder. Herhangi bir insan da tanrının canını sıkarsa, tanrı da onu, karısını çocuklarını, kölesini, cariyesini cezalandırır.” (Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi , 1995)

Hitit yasalarında krala başkaldırmanın çok sert biçimde cezalandırıldığı itaat etmeyenin kendisinin ve ailesinin ölüm ile cezalandırıldığı bilinmektedir. Bu durum köleci ve eşitsizlikçi sıradüzenin ne şekilde etkili olduğunu göstermektedir.

Yunan site devletlerinin çağdaşı olan Perslerde farklılaşmış bir siyasal düşünüşün izlerine rastlanmaktadır. Kendileri de bozkırlardan bugünkü İran’ a yerleşmiş ve barbar istilalarına karşı sınırlarını korumak için yine barbar ordusu kiralamış bir uygarlıktır. En belirgin ve farklılaşan siyasal düşünüş biçimleri hoşgörü politikasıdır.

Egemenlikleri altına aldıkları yerlerde vergilerini ödemek ve Pers kralına itaat etmek, savaş halinde imparatorluk ordusuna asker göndermek koşulu ile eski düzenin devam etmesine izin vermişlerdir. Kralın elinin altında her zaman yerel bir yöneticinin elindekinden daha fazla sayıda asker bulunmaktadır. Danışma kurulları ve denetleyicileri ile bürokratik bir düzen görülmektedir. Persler Yunan Uygarlığını en çok etkileyen Mezopotamya uzantısı bir uygarlıktır. Perslerin önceleri doğa güçlerine taptıkları ve daha sonra çift tanrılı bir inanış olan ve soylular arasında da benimsenen “Zerdüştlük”[1] inancına yöneldikleri görülmektedir. Zerdüştlük halk tarafından benimsenmemiştir çünkü bu bölgede daha önce yerleşmiş inanış biçimlerine göre çok radikaldir. Tek tanrılı dinleri etkilediği düşünülmektedir. Boyun eğme ve itaat etme konusunda düzenin devamını sağlayacak eşitsizlikçi kurallarının, öte dünya inanışının bulunduğu görülmektedir. Çalışmayı yüceltmesi ve hatta ibadet sayması ile bu dünyacıdır. Perslerin siyasal düşünüşünü yansıtan mitoslarında anasoylu bir çizgiden ataerkil bir düzene evrildikleri ve mitoslarıyla bu durumu meşrulaştırdıkları görülmektedir.

Bir başka uygarlık olarak olarak bugünkü Hindistan’ ın Ganj nehri kıyılarında yerleşik tarım yapan İndus uygarlığı görülmektedir. Gelişen savaş teknolojisi tunç arabalı yağmacı savaşçılar yaratmış ve bu savaşçılar tarafından yağmalanarak sömürülmüştür. Bu yağmalama ve işgal sırasında din adamlarını öldürdüklerinden bu bölgede daha uygar bir toplum yaratamamışlardır. Bunun nedeni egemen otoritenin sömürü düzenini dini ideoloji ile meşrulaştıracak din adamlarının yokluğu olmuştur.

Bu bölgede yağmacılığın ve savaşların yoğunlaşması nedeniyle yaşanan “Karanlık Çağ” sona erince pirinç ekimi sebebiyle yerleşik tarıma geçilmiş ve uygarlaşma görülmüştür. Yani uygar toplumların yerleşik bir yaşam içerisinde sistemli bir tarım üretimi ve toplumsal artı elde etmeleri gerekmektedir. Bu bölgede toplumsal farklılaşmanın en belirgin biçimi “Kast Sistemi” olmuştur. Kurallar çok katı ve kastlar arası geçiş mümkün değildir. Tam bir eşitsizlik ve katmanlaşma görülmektedir.

Bu katmanlı yapının eşitsizlikçi sömürü düzenini meşrulaştıran dinsel düşünüş biçimlerinden en etkilisi “Brahmacılık”, aşağı kastların bir sonraki hayatlarında bir üst kasta ait bir bedende dünyaya gelebilmelerinin mümkün koşulunu, içinde bulunduğu kastın şartlarına katlanmak, boyun eğmek olarak belirlemektedir.  Brahmacılık karşıt gelişen diğer inanış biçimleri kapsanarak Hinduizm meydana gelmiş ve tehdit olmaktan çıkarılmıştır. Görüldüğü gibi dinsel ve siyasal düşünüş iç içedir ve sınıflı bir toplum yapısında düzenin kabullenilmesini sağlamaktadır.

Çin uygarlığında da imparator yasallığını Gök’ ün yeryüzünde ki seçilmiş vekili olmaktan almaktadır. Saygılı ve adaletli bir yöneten olduğu sürece bu devam edecektir fakat birliği koruyamaz, düzeni sağlayamazsa bu vekillik kendisinden alınıp başka bir seçilmişe verilecektir. Öne çıkan düşünürlerden Konfüçyüs yönetmenin bilge soylular tarafından yapılmasını savunmaktadır. İnsan-insan ilişkilerinde üstenci ve eşitsizlikçi bir öğretisi vardır ve bu öğreti imparatorun yasallığını desteklemektedir.

İbraniler ile tek tanrılı dini inanışın temeli atılmıştır. Sami’ lerden olan bu göçebe topluluklar uygar toplumlar ile alışveriş ilişkileri sırasında uygarlığın aşısını olmaya başlamışlardır. Onların Kitabı Mukaddes’ te Eski Ahit[2] olarak geçen dini kitapları bizzat kendi yaşam hikâyeleridir. Yerleşik yaşama geçmek için tanrıları Yehova’ nın[3] kendilerine vaat ettiği Kenan Ülkesi’ ne yerleşmeyi amaçlamaktadırlar. Dini kitapları onları uygarlaşmaya çağırmaktadır.

Eski Yunan Devletleri İ.Ö. 9. yy’ da kurulmaya başlamıştır. Bu uygarlıklar ve toplum yapısı hakkında bilgiye “İlyada Destanı” üzerinden ulaşılmaktadır. Yağma ekonomisi olduğu görülmekte ve bu durum beraberinde köleliği, eşitsizliği de var etmektedir. Dorlar tarafından yağmalanmışlardır. Yöneticileri tanrı soylu olduklarını ve yönetme yetkisine bu yüzden sahip olduklarını savunmaktadırlar. Bu destanlarda kölelik doğal, yasal olarak anılmaktadır. Soylular tanrı soylu olarak doğuştan erdemli olup, köleler yeterince erdemli değillerdir.

“Gene, köleliğin yaygınlaşması üzerine, köleliği doğal ve yasal gösterme çabalarına tanık oluruz. Odysseia’da, Odysseus yokken köleleri onun çoban köpeğine iyi bakmadıkları için köpek zayıflamış. Bunu gören efendisine sadık köle Evmaios, öteki köleleri eleştirirken kölelik kurumu hakkındaki aristokratik önyargı da (XVII. 320-323’da) sergilenmiş olur:”

“Kul kısmı öyledir

Beyin yumruğundan yakayı sıyırdı mı işlere gereğince emek vermeye hevesleri olmaz.

 Gür sesli Zeus bir adamı köleliğe atınca

Ondan erdeminin yansını alır.” (Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, 1995)

Kent devletleri Yunanlılar için çok önemli ve değerli olup ve bu yüzden sürekli savaşmak gerekebilmektedir. Kent devletlerinden Spartalılar asker aristokratik bir toplum olarak askerlik dışında bir sınıf yaratmamışlar ve Dor istilalarına dayanan kökleri gereği yerlileri sömürmüşlerdir. Onlar tanrı soylu askerlerdir ve siyasal düşünüşe sadece asker yetiştirmeleri sebebiyle katkıları olmamıştır.

Atina’ da durum daha farklıdır çünkü toprakların az sayıda kişinin eline geçmesi ile kralın üstünlüğü feodal aristokratlar adı verilen bir sınıfın karşısında kaybolmuştur. Ayrıca bu sınıf zeytinyağı ve şarap üretimi gibi ticarete konu üretim için yatırım yapmış fakat küçük toprak sahipleri bu yatırımı yapamadığından borç kölesi olmuşlardır. Kırda bunlar olurken kentte ticaret ile uğraşan kentsoylu bir sınıf varsıllaşmıştır. Bu sınıf geleceğin burjuva sınıfının o dönemdeki özdeşidir.

Aristokratlar karşısında köylülerin ve alt sınıfların yanında yer almışlardır. Bu çatışmayı büyütmemek için bir adım atılmış ve Atina’ nın sınıfsal, siyasal yapısını değiştiren Solon Reformu düzenlenmiştir. Borç köleliği ve ipotekler kaldırılmış, sahip olunabilecek toprak miktarı sınırlandırılmıştır. Vatandaşlık hakları dört gelir dilimine göre düzenlenmiş fakat toplumun eşitsizlikçi yapısı kadınları ve köleleri görmezden gelmiştir. Borç köleliğinden kurtulanlar toprak sahibi olamamışlar ve daha sonra devrimci bir sınıfı oluşturmuşlardır.

Bu noktadan itibaren kent yaşamı ile birlikte düşünüş biçimlerinin de tıpkı ilk yerleşik hayata geçilmesi ve dinsel düşünüşün tapınakları yöneten din adamları aracılığıyla çobanıl-savaşçı efendilerin himayesinde üretimi yönetmesi, zanaatların gelişimini sağlamasına benzer şekilde Yunan kentlerinde de düşüncenin devindiğini Socrates, Platon, Aristoteles gibi özellikle Batı düşüncesini etkileyen düşün insanlarının felsefi düşünüşün günümüze kadar ulaşan temellerini attıkları görülmektedir. Fakat yine de ilkel dönem hariç yerleşik yaşamda ve dinsel düşünüşle iç içe olan eşitsizlik, köleci yapı bu düşünce sistemlerinde de desteklenmektedir.

Bu düşünce sistemlerinin Yunan kent devletlerinde doğması tesadüfi değildir çünkü kent yaşamı ticaret ile uğraşan (deniz ticareti etkili olmuştur) yeni bir varsıl sınıf yaratmıştır. Bu yeni sınıf (ki ileri çağlarda burjuva sınıfı olarak görülecektir) aristokratların kendini dinsel düşünüş ile aşkınlaştırdığı düşünüşün yanına İonia’ da evrenin kaynağı nedir sorularını soran, insan aklını merkeze alan ve bugünkü anlamda laik, soyut yeni bir düşünce biçiminin oluşmasına öncülük etmişlerdir. Bunun anlamı o zamana kadar doğa olayları üzerinden oluşturulan ve aşkınlaştırılan dinsel düşünüşün, mitoslar ile yüceltilen aristokrasinin (ki bu sınıf en temelde çobanıl yağmacılardır) sarsılması anlamına gelmektedir.

Ekonomik güçleri olmasına rağmen tanrısoylu olduklarını savunan aristokratlar karşısında yönetime ortak ya da sahip olmaları mümkün olmamaktadır. Bu sebeple aristokratları destekleyen dinsel düşünüşün alternatifi başka bir düşünme biçimi geliştirilmiştir. Tanrılar değil insan yüceltilmiş akla dayalı sorular sorulmuş, bu dünyacı, mutluluğu hedefleyen hümanist bir felsefi düşünme biçimi dinsel düşünüşün karşısına çıkmıştır.  Bu düşünsel devinim tapınakların üstünlüğünü sarsmış sofistler gibi serbestçe düşünen düşünürler doğmuştur.

Örneğin sofistler yasaların karşısında insanı merkeze alarak düşünmüşlerdir. Bu yeni felsefenin en önemli düşünürlerinden olan Herakleitos değişimin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmış ve her değişimin devinimi içerisinde karşıtların çatışması olduğunu savunarak diyalektik düşünüşün temellerini atmıştır. Etkilediği en önemli düşünürler arasında Hegel ve Marx bulunmaktadır.

Demokritos ise eşitlikçi bir toplumu savunarak eşitsizliğin ve sınıflı yapının temelinde zanaatların ve iş bölümünün olduğuna vurguyla maddeye dayalı materyalist felsefenin temellerini atmıştır. İdealist felsefenin kurucusu Pythagoras insanların yaratılıştan eşit olmadığını ve toplumu bilgelerin yönetmesi gerektiğini savunan eşitsizlikçi bir düşünce geliştirmiştir.

Devletin doğuşunda çobanıl göçebelerin yerleşik tarım köylerini yağmalamalarının olduğunu ve durumun efendi-köle şeklinde bir arada yaşamaya evrilerek çağlar içinde bu düzenin üzerinin örtüldüğü görülmektedir. Yöneten/yönetilen ilişkisi bu yağma düzenine, çalışan/çalıştıran ilişkisi bu durumun yarattığı sömürü, eşitsizlik ve köle düzenine dayanmaktadır. En temelde bu öz olmak şartıyla her çağda ve değişik toplumlarda din adamlarının, filozofların, düşünce akımlarının düzeni meşrulaştıran, katlanılmasını destekleyen düşünsel üretimleri olduğu görülmektedir. Beyaz adamın üstünlüğünü emperyalist emellerine meşruluk kaynağı haline getiren Batı’ nın da düşünsel arka planı ve kökü Eski Yunan’ ın da sınıflı yapısında görülen eşitsizliği, köleliği yaratan, sürdüren özdür.

Ünlü Yunan filozofları olan Socrates, Platon, Aristoteles gibi günümüzü de etkileyen felsefe akımlarını oluşturan düşün insanlarının düşünce sistemlerinde aristokratik öğeler ve yönetimin bilge aristokratlar tarafından yapılmasını savunan felsefi dizgeler görülmektedir. Genellikle en iyi yönetimin nasıl olacağı, güçlü olanın, bilge olanın soylu olduğundan yola çıkılarak, verili bir bilgi merkeze alınarak tartışılmıştır. Oysa soyluluğun kökünde kuvvet, kuvvetin kökünde yağmacılık olmasına rağmen kölelik doğal ve yasal bulunmaktadır, birçoğuna göre köle erdemden yoksun yaratılmıştır. Görüldüğü gibi eşitsizlik içeren bir yaratılış vurgusu var edilmektedir. Örneğin; Platon köleci bir anlayışa sahiptir ve efendi köle ilişkisini doğallaştırır, eşitsizlikçi bir idealizme saplanmış ve Hıristiyan düşüncesini de etkilemiştir.Platon için doğru bilgi ancak insanın işlemiş olduğu suç nedeniyle kovulduğu ve nesneler dünyasına atıldığı idealar evreninden yansıyan bilgi ile elde edilebilir. Duyularımıza güvenemeyiz onlar sadece doxalardır.

Duyularımız ile elde edemediğimiz bilgi gizemlidir ve düzeni korumak, sömürü düzenin üzerini örtmek için çok elverişlidir. İdeal devletin kurucusu ise ancak zorlu bir eğitim sürecini geçebilen filozoflar olmalıdır çünkü sadece onlar doğru bilgiye erişebilecek yetkinliktedir.  Aristotales’ te de aynı eşitsizlikçi ve köleci düşünsel yaklaşım görülmektedir. Kadın/erkek eşitsizliği açısından çok keskin eşitsizlikçi yaklaşımları bulunmaktadır. Kadının vücut ısısının erkeğe denk olmadığı tarzında savunuları olmuştur. Günümüz Mantık Bilimi’ nin temellerini atmış olan filozof köleci toplumu doğallaştırmakta egemenin sömürü düzenini meşrulaştırmaktadır.

Aristokratlardan yana tavır takınmakta ve orta sınıfların varlığını düzenin devamı adına önemsemektedir. Aslında Platon ve Aristoteles eşitliği savunur gibi yaparak eşitsizliğin üstü örtülü savunusunu yapmışlardır. İki türlü eşitlik ile eşitliği savunmuşlar sayısal eşitlik ile oranlı eşitlik üzerinden toplumu sınıflandırmışlardır. Kısaca diyebiliriz ki; ünlü Yunan filozofları sıradüzeni olan bir dünya görüşü üretmişlerdir. Sıradüzeninin kökleri de en temelde yağmacı çobanıl göçebelerin yarattığı bir düzen olarak karşımızda durmaktadır ve toplumsal artının yerleşik yaşamla birlikte üretilmesi ile başlamıştır.

Roma uygarlığının temellerinde de bu yağmacı kültür bulunmaktadır ve Yunan kültüründen beslenmiştir fakat farklı olarak çok büyük topraklarda üretim yaparken köle ayaklanmalarının da imkanını yaratmıştır. Bu ayaklanmalar siyasal düşünüşe uygulama ve örgütlenme noktasında katkı sağlamıştır. Günümüz dünyasında da çeşitli ülkelerin yönetimlerinde sıklıkla duyduğumuz diktatörlük kavramı ve sıkıyönetim kavramları bu ayaklanmalar neticesi Roma Hukuku üzerinden günümüze ulaşmıştır.

Roma Hukuku bir devletin başarısı ve başarısızlığı konusunu anayasa üzerinden temellendirmiş ve hukuk alanına bugün de geçerli önemli kuram ve katkılar sunmuştur. Örneğin Polybios anayasanın doğuşunu bir felaket sonrası batan uygarlıkların (çeşitli semavi dinlerde değişik şekillerde aynı örüntü bulunur) güçlü bir lider sayesinde ve onun himayesine girerek yeniden var olabildiklerini savunur. Bu nedenle devletin kaynağı kuvvettir sonucuna varmaktadır. Yönetimlerin döngüsü her zaman bir efendiye dayanmaktadır. Bu gücü kabul edilebilir kılmanın en önemli destekçisinin de din olduğunu savunmaktadır.

Stoacı[4] düşünüşün etkisinde bir başka Roma’lı düşünür olan Cicero’nun stoacılıkta savunulan tanrısal akıldan gelen eşitlik ve doğal hukuk temelinde insanların evrensel dünya devletinin üyeleri olduğu düşüncesi Roma’lı yöneticiler tarafından Roma emperyalizmini meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Aynı durum aradan geçen yüzyıllar sonrası Batı tarafından (temelleri din adamlarının tapınaklarda zanaatların gelişimine olanak sağlayan faaliyetlere imkân tanımasına dayanan) teknolojik buluş, icatlar ve keşiflerin etkilediği sömürgecilik faaliyetleri sırasında kullandığı beyaz adam iyilik ve uygarlık getirecek argümanına denk gelmektedir. Bu sıradüzenini olumlayan ve destekleyen, köleci, eşitsizlikçi toplum yapısını iki yüzlü bir biçimde meşrulaştıran bir düşünsel temeldir.

Roma uygarlığı hukuk alanında önemli katkılar sunmuştur. Bu katkıların imkânı eşitsizlikçi toplumsal yapının ürettiği isyanlar ve kaos içinden çıkmıştır. Günümüzde hala geçerli olan doğal hukuka uygunluk, akde vefa vs… gibi ilkeler o dönemden günümüze erişmiştir. Belki de en önemlisi yasaların sözcüklere göre değil amaçlarına göre yorumlaması gerektiği ilkesidir.

Roma uygarlığı barbar istilaları ile yıkıldıktan sonra uzun bir kaos ve yağma dönemi yaşanmış fakat yağmacılar yağma edebilecekleri bir şey kalmayınca topraklara yerleşmişlerdir. Bunlar kuvvet kullanarak yağma yapmışlar ve yine kuvvetli oldukları için himayelerine aldıkları köylüleri emeklerini sömürerek çalıştırmışlardır.

Orta Çağ feodal sistemi böyle bir sistemdir. Hep bir güvenlik sorunu vardır ve güçsüz olan korunmanın yolunu güçlü olana sığınmakta bulmaktadır. Bu şekilde köle efendi ilişkisi yeniden var edilmekte çobanıl savaşçılar tarihin başka bir sahnesinde tekrar yeni bir senaryo üzerinden karşımıza çıkmaktadır. Geniş topraklar onların el koydukları (kral, lord…) topraklardır. Bu topraklar üzerinde güçlü olanın himayesine girerek korunmak “fief” adı verilen bir sözleşmeye dayanmaktadır ve bu sözleşme bir kölelik sözleşmesidir.

“Roma imparatorluğunda, daha önce de belirttiğimiz gibi, devlet tarafından kapitalist çiftçilere kiralanan topraklarda ve özel mülk olan büyük topraklarda, kapitalist çiftçilerin, çok sayıda köle çalıştırarak, kente, pazara dönük üretim yaptıkları bir ekonomik düzen vardı. Ortaçağda Roma’ nın kapitalist çiftçilere kiraya verilen “latifundia”ların “manor”a (malikâneye) dönüştüğünü, “coloni” (kolon) denen kiracı çiftçilerle kölelerin “serf” lere dönüştüğünü, “magnate” (şef) denen büyük toprak sahiplerinin yerini “feodal bey”lerin aldığını görüyoruz” (Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, 1995)

Orta Çağ boyunca devletin dini olarak kabul edilmiş olan Hıristiyanlık siyasi düşünüşten çok daha etkili olmuştur. Yoksulu kucaklayan ve eşitşiklikçi bir düşünce etrafında doğan Hıristiyanlık Orta Çağ boyunca eşitsizliklere öte dünya vaadi ile boyun eğmeyi kutsayan bir din haline gelmiş, hiyerarşiyi dinsel düşünüş ile iç içe meşrulaştırmıştır. Yozlaşan din adamlarına karşı eleştiriler ve isyanlar Protestan’ lığın doğuşuna kadar varmıştır. Fakat Protestanlık çalışmayı ve bu dünyacı bir çileyi kutsayarak daha farklı bir hiyerarşik düzenin temellerini günümüze kadar taşımış kapitalist üretim biçiminin sıradüzenini çalışma, biriktirme ve harcamama emirleri doğrultusunda beslemiştir. En derin eşitsizliğin özel mülkiyet temelli oluştuğu yeni bir dönemde, yeni bir el koyma biçimi, efendiliğin yeni biçimleriyle ortaya çıkmıştır: Burjuva ve Proletarya

Orta Çağ boyunca kent yaşamı gerilemiştir çünkü güvenlik sorunu sebebiyle bir sığınma, korunma sistemi doğmuştur. Bu noktadan baktığımızda ilk yerleşik tarım topluluklarının çobanıl savaşçılarla korunmak için birlikte yaşamaya başlaması ile bir benzerlik kurulabilmektedir. Temel olarak iki ana zümre söz konusudur; soylular ve serfler. Aslında efendi ve köle ilişkisi bir sözleşme ile tesis edilmektedir.

Bu sözleşme “fief” sözleşmesi olup, karın tokluğuna efendisinin emrinde çalışmakta, angarya hizmeti vermektedir. Güvenlik sorunu Roma İmparator’luğu topraklarında böyle bir sistem var etmiştir. Roma imparatorları önceleri tehdit olarak gördükleri Hıristiyanlık dinini dağılan Roma birliğini sağlamanın umudu olarak kabul etmişlerdir. Roma barbar saldırılarına dayanamayarak yok olduğunda ise ayakta kalan tek kurum kilise olmuştur. Zaman içerisinde ekonomik gücü artan kilise de geniş topraklara sahip bir efendi konumuna yükselmiştir. Doğuşunda bulunan eşitlikçi, yoksuldan yana, yalın yapısı, soyut ve hiyerarşik hale gelmiş ve kendisinin de içinde olduğu düzene boyun eğmenin destekleyicisi, öğütleyicisi olmuştur.

Stoacılığın iki yüzlü doğuştan eşitlik anlayışı, insanların doğuştan evrensel akıldan pay almakla özgür olduklarını ve önemli olanın evrensel aklın kendilerine uygun gördüğü yazgıya itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmektedir. Orta Çağ Hıristiyanlık inancı “İlk Günah” argümanı üzerine yine bir kovulma öyküsü ile Gök Devleti/ Yer Devleti ikiliği ekseninde, toplumun sınıflı yapısının ezilen kesimlerinin katlanma dirençlerini, ötedünya ve yazgı inancı temelinde artırmaktadır. Dinsel ideoloji işlev olarak düzeni korumanın elverişli aracı haline gelmektedir.

Orta Çağ dinde reform hareketleri, Rönesans, Haçlı Seferleri, ticaret ekonomisinin gelişmesi gibi itkilerle başka bir toplumsal düzenin hazırlığını yaparak sona ermiştir. Kilisenin üstünlüğü sona ermiş insan aklı ön plana çıkmıştır. Aydınlanma Çağı bilim alanında ki gelişmeler teknolojik gelişmeleri de beraberinde getirmiş ve Sanayi Devrimi ile başka bir dünya düzeni oluşmaya başlamıştır.

Yeni dönemin düşünüş biçimi bilimsel düşünüştür.  Ticaret ile zenginleşen Burjuva sermaye sahipleri kentlerde fabrikalar kurarak teknolojiye dayalı üretime geçmişler ve kır temelli üretim çözülmüştür. Ev içi ve atölye tarzı üretimler de yeni düzen karşısında yok olmuşlardır. Yeni bir üretim biçimi ve yeni bir toplumsal düzen doğmaktadır. Burjuva, tarımın gerilemesi ve büyük toprak sahiplerinin çitleme faaliyetleri ile az sayıda çoban ile sürü yetiştirmesi ile açıkta kalan serfleri proleterleştirmiştir.

Feodal sistem çözülürken kapitalist sistem yükselmektedir. Yersiz yurtsuz kalan ve toprakları ellerinden alınan emeklerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmayanlar fabrikalarda çalışmaya kentlerde yaşamaya başlamışlardır. Köleliğin yeni biçimi, eşitsizliğin yeni düzeni bu şekildedir. Yeni efendi üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvadır. Feodal aristokratların sömürüsü altında ezilen serfler şimdi proleterleşerek, düşünsel meşruiyeti bilimsel düşünüş ve akıl olan yeni bir sömürü düzenin özne olmuşlardır.

Aslında tüm bu eşitsizlik özel mülkiyete, özel mülkiyette yağma ve işgale, el koymaya dayanmaktadır. Bu el koymayı güçten yana meşrulaştıran bir dönem ve düzende dinsel düşünüş olurken, bir başka dönem ve düzende bilimsel düşünüş olabilmektedir.

Bu eşitsizliğin en ezilen ve sömürülen öznesi olan kadının ise sabanın icat edilmesinden bu yana özel alana itilen, sıkıştırılan ücretsiz emeği görünmez kılınmaktadır. Ev içi bakım ve üretim işleri omuzlarına yıkılmaktadır. Bu durum tam bir sömürü düzenidir fakat katlanabilmesi ve düzenin devamı adına anneliği kutsanarak ataerkil ideoloji ile sağlanmaya devam etmektedir. Kapitalist sömürü düzeninde düzenin yeniden yeniden üretilmesi adına özel alan sorumlulukları çok önemlidir. Yeni düzenin düşünsel temeline katkı sunan tüm kuramcılar Hobbes, Machiavelli, Bodin, Rousseau, Montesquieu siyasal birliğin önemini burjuva düzenin çıkarlarına hizmet edeceğini bilerek ya da bilmeyerek savunmuşlardır. Temel olarak savunuları “doğa durumunda yaşayan insanın yaşamı güvende değildir bu yüzden güvende yaşamanın koşulu olarak bir toplumsal sözleşme ile egemeni kendisi yaratmalıdır” şeklindedir.

Bu düşünsel temel üzerinden devrimler ve köklü toplumsal değişimler yaşanmıştır. Burjuva efendilerin ticaret yapabilmesini hızlı ve kolay hale getirecek tekin yönetimi işlevini tamamlayınca yerine ulus devletler kurulmuş, siyasal birlik sayesinde ticaret daha güvenli ve kolay hale gelmiş fakat ne eşitsizlikçi ne de köleci anlayış değişmemiştir. Bu yeni düzende de egemen “kuvvet” mülkiyet üzerinden işçiyi sömürmekte ve onun emeğinin ürünü artı değere el koyarak kendisini var etmeye devam etmektedir.

Kadın ise bitimsiz bir vardiyanın kölesi olarak sömürülmektedir. Bu kölelik egemen ideoloji ile silikleştirilerek, kadın bedeni ve doğurganlığı üzerinden kutsanarak üzeri örtülmektedir. Çünkü mevcut düzenin devam edebilmesi için yeniden yeniden üretilmesi gerekenler kadın üzerinden aile içinde üretilmektedir.

SONUÇ

İlkel dönem toplulukları dışında yerleşik yaşamın olduğu ve yiyecek üretiminin yapıldığı ve en eski uygarlıklardan başlayan bir sömürü düzeni mevcuttur. Uygarlık üretim ile başlamıştır fakat bu yağma ve kuvvete dayalı bir toplumsal düzendir. Yerleşik yaşam ile birlikte en çok kadının statüsü değişmiştir.

İlkel dönemde anaerkil olan aile yapısı yerleşik yaşam ve özel mülkiyet ile mirasın çocuklara aktarılmasının meşruiyetini arayan erkek üzerinden ataerkil aile yapısını doğurmuştur. Özel mülkiyetin olduğu toplumsal düzen zora dayalı ve eşitsizlikçidir, köleci üretim biçimleri görülmektedir. Düzenin devam ettirilebilmesi için de din ve dinsel ideoloji çağlar ve sistemler boyunca çok etkili olmuştur. Değişimin ve sömürü düzeninin en önemli dinamiklerinden biri de çağlar boyunca değişik düzeylerde görülen teknolojik ilerlemedir.

İnsan yaşamını kolaylaştıracağı düşünülen birçok buluş ve teknik toplumsal hayatta daha fazla insanın “Iskarta Hayatlar” (Bauman, 2018) durumuna düşmesine neden olmuştur. Cinsiyet temelli eşitsizlikler yaratmıştır. Basit bir toplumsal iş bölümü ile başlayan devinim alet yapımı ile ataerkil dünya görüşünü yaratmış ve eşitlik bozulmuştur. Tüm düzen üretim ve üretimden elde edilecek artıya göre kurulmuştur. Bugün artık aile kurumu da bu sistemin bir var olma koşulu, yeniden üretim koşulu olarak görülmektedir. Aile kurumunun ücretsiz emekçisi düzenin devamı adına ev içi yaşamı her gün yeniden yeniden üreten kadındır.

Kaynakça

Aydın, M. (2000). Kurumlar Sosyolojisi. Ankara : Vadi Yayınları Syf 40-41 içinde.

Bauman, Z. (2018). Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları. (B. B. Aylin Samancı Elmasdağ, Dü., & O. Yener, Çev.) İstanbul: Can Sanat Yayınları Syf 24.

Şenel, A. (1995). Siyasal Düşünceler Tarihi . Ankara : Bilim Sanat Yayınları Syf 78.

Şenel, A. (1995). Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara: Bilim Sanat Yayınları Syf.65.

Şenel, A. (1995). Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara: Bilim Sanat Yayınları Syf 59.

Şenel, A. (1995). Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara : Bilim Sanat Yayınları Syf112.

Şenel, A. (1995). Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara : Bilim Sanat Yayınları, Syf206.

Tayanç, F., & Tayanç, T. (1981). Dünyada Ve Türkiye’ de Tarih Boyunca Kadın. İstanbul: Tan Kitap, Syf 26.

[1] Zerdüşt geleneğine göre, Ahura Mazda yüce tanrı ve yaratıcıdır; O iyi olan her şeyi temsil eder. Bu açıdan din, tek tanrıcılığın, yani tek bir tanrıya olan inancın en eski örneklerinden biridir. https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2018/11/10/freddie-mercurynin-koklu-aile-inanci-zerdustluk/ 07/05/2020 tarihinde ziyaret edildi.

[2] Yehova, Ahd-i Atîk’te Tanrı için kullanılan isimler arasında en sık geçenidir. https://islamansiklopedisi.org.tr/ahd-i-atik 07/05/2020 tarihinde ziyaret edildi.

[3] Hıristiyanlar, Yahudilerin kutsal kitabına Ahd-i Atîk demektedirler. Onlara göre, Allah ile insanlar arasındaki son ahid Hz. Îsâ vasıtasıyla yapılmış olandır. Dolayısıyla bu yeni ahdin yazılı ifadesi olan metinlere Ahd-i Cedîd*, daha önceleri Allah ile İsrâiloğulları arasında yapılan ahdi ihtiva eden metinlere de Ahd-i Atîk denilmiştir. https://islamansiklopedisi.org.tr/ahd-i-atik 07/05/2020 tarihinde ziyaret edildi.

[4] Stoacı okulun genel felsefesi Herakleitos’un logos öğretisine dayanır. Her şey logos’dan gelmiştir ve logos’a dönecektir. Stoacı düşünüşte logos tanrısal akıl anlamındadır. Evreni bu tanrısal akıl yönetmektedir. Tanrısal aklın çizdiği yazgıyı insan değiştiremez. Tanrısal akıl evreni akıllıca düzenlemiştir ve evreni anarşiden uzak, düzen içinde, bir sıradüzeni içinde yönetmektedir. (Alaeddin Şenel Siyasal Düşünceler Tarihi, 1995, Ankara, Bilim Sanat Yayınları, Syf.181)

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol