Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bağlanmanın Nörobiyolojisi

Yazar: Nurgül Certel

İnsan yaşantısını anlamak için en iyi referans çerçevesinin ne olacağı sorusu birçok bilim dalının temel konusu olmuştur. Bu sorunun ardında psikoterapinin odağını bireyden aileye çevirmesinin yer aldığını söyler Cozolino1. Dünyayı deneyimleme şeklimiz ben olarak ötekilerle ilişkilerimize bağlı. Cozolino, hayatımızın önemli bir dönemi olarak çocukluk döneminin birbirimize bağımlılığımızın en belirgin olduğu an olduğunu söyler. Beynimizin karmaşık yapısı hala araştırılırken insanlar arası ilişkide beyinler arası bağlantının önemi de artmakta ve hepimizin biyolojisinin birbiriyle bağlantılı olduğunun üzerine birçok çalışma yapılmaktadır.

İnsan yaşantısını anlamak için bir örümcek ağı gibi birbirine örülü biyolojik, sosyal ve psikolojik süreçlerin hepsine bakmanın önem kazandığı bir dönemdeyiz. Nörobilimsel çalışmaların yaptığı da insanın dokumasına bakarak bir nebze kişilerarası büyük dokumayı da anlamaya çalışmak olmuştur.

İnsanı anlamaya ilişkin çalışmalarda nörobilimle birlikte beynin yapısından hareketle insanların kendi aralarında kurdukları ilişkilerin de benzer yapılar aracılığıyla oluşacağı vurgusu vardır. Yapısal olarak insan bedeni birbiriyle bağlantılı karmaşık katmanlardan oluşmaktadır ve bu katmanlarda da bedenin farklı yerlerine giden sayısız münferit hücre, yani sinir sistemindeki nöronlar bulunmaktadır. Bütün bu nöronlar işlevsel sistemler halinde örgütlenirler, başka sistemlerle birleşirler ve bir birey yaratırlar. İnsan bedenindeki bu oluşuma baktığımızda bu süreç bize makul ve muhtemel gelmekte iken insanların daha büyük bir biyolojik organizma oluşturacak şekilde birbirlerine bağlanmak için aynı stratejiyi kullanabilecekleri fikrini de düşünmek gerekir (Cozolino, 2014. s.4-5).

Yıllar önce tıp alanında sağ beynin gelişiminin tamamen genetik olduğu ve tamamen geliştikten sonra değişmesinin mümkün olmadığı söylenirken son yıllarda yapılan nörobiyolojik beyin araştırmaları ile aslında sağ beynin gelişiminin deneyime bağlı olduğu ve tamamen geliştikten sonra dahi değişime uğradığı belirtilmektedir (Masterson, 2007)2. Cozolino (2014) beyne ilişkin incelemelerin yakın zamanda başladığını belirterek her beynin kendine özgü ve benzersiz olmasının bu süreci karmaşıklaştırdığını da ifade etmiştir, bu nedenle küçük ipuçlarını görmek önemlidir.

Nörobiyolojik beyin araştırmalarına ilişkin ortaya atılan onlarca bilgi Allan Schore tarafından bütünleştirilmiş ve ifade edilmiştir (Masterson, 2007). Schore (2012)3 psikolojide son dönemlerde büyük bir değişim yaşandığını bu değişimin açık ve gözlemlenebilen bilinçli, belirgin, rasyonel, sözel ve mantıksal sol yarım küreden; üstü kapalı, bütünleştirici, bilinçdışı, sözsüz ve bedensel odaklı duygusal sağ yarımküreye bir geçiş şeklinde olduğunu belirterek sağ yarımküreye ilişkin yapılan araştırmaların ağırlığına vurgu yapmıştır.

Bilimdeki gelişmelerle birlikte duygusal beyin olarak bilinen sağ beyne ilişkin araştırmalar yoğunluk kazanmıştır. Son 20 yıldır bir yandan duyguların önemine odaklanılırken bir yandan da sağ beynin bilinçdışı farkındalık altında işlev gören süreçleri üzerine odaklanılmaktadır (Schore, 2012).

Duygulanım süreçleri kendiliğin özünde yatmaktadır ve bu olayların içsel psiko-biyolojik niteliği nedeniyle bedensel odaklı olaylar bebeklikle başlamakta ve yaşam boyu süren insan gelişim modelleri beyin, zihin, beden tanımlamalarına dönüşmektedir (Schore, 2012). Bu bağlamda bebeklik dönemindeki duygulanım süreçleri ve bunları belirleyen etmenlere yönelmekte fayda görülmektedir. Duygulanım süreçlerini belirleyen unsurlar ve duygusal beyin olarak bilinen sağ beyni daha iyi tanımak adına sağ beyin ve sol beyin arasındaki ayırıcı özellikleri ele almakta yarar vardır.


Masterson (2007), sağ beyin ve sol beyine ilişkin ayrımı şöyle sıralamıştır; sağ beyin duyguyu muhafaza eder ve düzenler ve yaşamın ilk üç yılında baskındır. Sol beyin yaşamın ikinci yılında etkili olmaya başlar, bilişsel, mantıksal ve bilimseldir. Sol beyin kendini kelimelerle ifade ederken sağ beyin sözlü değildir, kendini bilinçdışı yüz ifadeleri, ses tonu ve vücut duruşuyla ifade eder. Beynin sol tarafı bilinçli cevaplarla ilgilidir. Sağ yarımküre ise bilinçdışı cevaplarda rol oynar. O halde erken dönemde yaşadığımız ilişkilerden ne kadar etkilendiğimizi anlamamız adına sağ yarımkürenin gelişimine bakmamız ve anlamamız gerekecektir (Schore, 2012).

Burada esas olan mesele sağ ve sol beyinin kendi işlevleri ve kendi sistemleri olduğunu görmekte yatıyor. Her ikisi de bir beynin iki parçasıymış gibi görünmelerine rağmen aslında birbirlerinden çok farklıdırlar. Birine “rasyonel beyin” diğerine “duygusal beyin” denmiştir. (Schore, 2012).

Sağ beyinde iki kişi arasındaki yeni bir duygu, yeni bir durum, yeni bir duygusal öğrenme şekilleri meydana gelir (Schore, 2012). Kişilerarası ilişkiler ve bağlanmayı anlamak üzere neden sağ beyine bakıldığını buradan doğru anlayabiliriz. Sağ yarımküre tehlike ve acil durumlara hızlıca cevap verebilen bir ağa sahiptir, yani bir tehlike durumu varsa sağ yarımküre bunu anlar. Sağ yarımküre öncelikli olarak çevremizden gelen zorlukları işler, onları işlemden geçirir, örneğin stres ve acı gibi durumlar kendimizi korumamızı sağlayan cevaplardır, savunma mekanizmaları, kaçış gibi kendini koruma tepkilerini sağ beyin yönetir. Sağ beyin beklemez, hemen harekete geçer (Schore, 2012).


Bir kişi hafif stresli bir zorluk karşısında olduğu zaman başa çıkma girişimi sol yarımküreden gelir, çünkü sol yarımkürenin özelliği daha az duygusal olması ve daha motor ağırlıklı olmasıdır. Bu nedenle günlük hayatımızda karşılaştığımız ılımlı olarak nitelendirebileceğimiz stresle baş etmede sol yarımküre baskındır (Schore, 2012). Karşılaştığımız ılımlı düzeyde stresle başa çıkılamadığı zaman sağ yarımküre baskın oluyor.

Zihnin ve beynin gelişimde yaşamın ilk yılları kritik öneme sahiptir. Bağlanma stilimizin belirlendiği bu ilk yıllarda beynin yapısını etkileyen neler oluyor biraz da bunlara bakalım.

 

Bağlanma ve Nörobiyoloji

Bir bebeğin dünyaya geldiği andan itibaren keşfedeceği ne de çok şey var değil mi? Birçok kişi ve nesneyle karşılaşan bebekler bir sürü farklı etkileşim içine girerler. Bebeğin etkileşimlerini sağlayan sürecin bağlanma süreci olması nedeniyle nörobilimsel çalışmalarla bağlanma kuramının ilişkisi derindir. Bu bağlamda Schore nörobiyolojiye ilişkin çalışmalarına Bowlby’nin kuramını açıklamak ve doğrulamakla başlamaktadır. Bowlby kuramını anne-bebek ilişkisi üzerine oluşturmuş olmasına rağmen bağlanmanın sadece anne ile değil bakım veren ve bebek arasında kurulduğunun altını çizmekte yarar var. Bu nedenle Bowlby’nin anne vurgusu yerine bakım veren bebek ilişkisi üzerinden açıklama yapılacaktır.

Bowlby4’nin bağlanma teorisine göre anne-bakım veren ile bebek arasındaki bağlanma iletişimleri en güçlü hisler ve duygular eşliğinde meydana gelmektedir. Anne-bakım veren ile bebeğin bağlanmasının gerçekleştiği ve iletişimlerin kurulduğu bağlam yüz ifadesi, ses tonu, duruş, fizyolojik değişiklikler, yeni başlayan eylem ve hareket temposundan oluşmaktadır. Tüm bu bağlamlar neticesinde oluşan iletişim sayesinde bebek bakım veren kişiye hem psikolojik olarak hem de biyolojik olarak uyumlanır (Schore, 2012). Buradan hareketle bağlanmanın sadece bakım veren tarafından kurulmadığı bu bağın bebek ile bakım veren arasında ortaklaşa yaratıldığını söyleyebiliriz.

Masterson da (2007) bağlanma sürecinin karşılıklılığına vurgu yaparak duygu düzenlemelerinin bakım veren ve bebek arasındaki yüz yüze etkileşimle gerçekleştiğini belirtir. Özellikle bu duygu düzenlemelerinin bebeğin orbital prefontal korteksinin gelişimi için çok önemli olduğunun altını çizer. (Orbital prefontal korteks, bugün hala insan beyninin en az anlaşılmış bölgelerindendir, duyu entegrasyonu ve duygusal süreçlerin işlendiği düşünülen alandır).

Schore çalışmalarında özellikle bebeğin ilk üç ayının önemli olduğunu bakım verenin sağ beyninden bebeğin sağ beynine iletişim kurulduğunu söyler. Bu etkileşim bazı nöronları harekete geçirirken bazılarının varlıklarını devam ettiremediklerini söyler.

Bakım veren ve bebek arasındaki bu duygu akışları kişinin ileriki nöroloijik ve psikolojik işleyişinde etkiler oluşturur. Bakım veren ile bebek arasında ilk olarak karşılıklı bakışma ile başlayan duygu aktarımında bebeğin bakışına karşılık bakım verenin gözbebeği genişler ve bu da bebeğin gülümsemesine ve gözbebeklerinin genişlemesine neden olur. Yani bakım verenin sağ beyninin duygu durumunun indirilmesi bebeğin nörolojik ve psikolojik olarak büyümesine katkı sunar ve çocuğun gelişmemiş sinir sisteminin yapılandırıcı bir aracı gibi olur (Masterson, 2007). Masterson, bebekliğin bağlanma deneyimlerinin sağ beyinde içselleştiğini ifade ederek bu deneyimlerle bağlantılı duyguların kendilik ve nesne temsilleri olarak depolandığını belirtmiştir. Ayrıca bu açıklamalara Masterson (2007), sağ beyinde depolanan bu duyuların stresle başa çıkmada kullanmak için stratejiler olarak kodlandığını da ekler.

Gelişimde meydana gelebilecek uyumsuzluklar nedeniyle ortaya çıkan stres bozukluğunu düzenlemek için bakıcının etkileşimli bir onarıma girmesi gerekmektedir. Bakıcının çocukta oluşan olumsuz duyguları düzenleyebilmesi için kendi duygu durumunu, özellikle de olumsuz olanları, izleyebilmelidir (Masterson, 2007). Bebeğe bakım veren kişinin kayıtsız, endişeli veya çözümsüz/düzensiz olması bağlanma sürecinde bebekle duygu durumunun senkronize olmasını engeller, bu durumda nörobiyolojik düzeyde bir duraklama meydana gelir. Bunun sonucu olarak başkalarının duygu durumlarını anlamada sınırlı kapasiteye ve empati ile yansıtmalı özdeşimde zorlanma şeklinde ortaya çıkan yüz ifadelerini okumada zorlanmaya neden olmaktadır (Masterson, 2007).

Landers ve Sullivan (2012)5’nin yaptıkları çeşitli araştırmalar da erken yaşam döneminde bağlanmanın önemli bir periyot olduğunu vurgulamışlardır. Özellikle bu dönemde yaşanan olumsuz deneyimlerin beynin gelişimini de olumsuz etkileyeceğini iddia ederler ve bu dönem deneyimlerinin uzun süreli sonuçları olduğunu belirtirler.

Bebeğin bağlanma ilişkisinin kurulduğu dönemde sağ yarımkürenin gelişmekte olması bu dönemin önemine dikkat kesilmesine sebep olmuştur. Çalışmalar göstermektedir ki beyin sadece genetik kodlarla değil aynı zamanda başka beyinlerle kurduğu etkileşimlerle de gelişmektedir. Bağlanmayı daha detaylı öğrenebilmek adına kendi yaşantımıza da bakabiliriz. Yaşamımızda yakın ilişkide olduğumuz insanlarla hem psikolojik hem de biyolojik olarak bağlıyızdır. Kişilerarası ilişkileri anlamaya yönelik yapılan nörobiyolojik çalışmalar bu ilişkilerin yaşamın ilk yıllarından itibaren düzenlenmesi adına oldukça umut vericidir.

 

Referanslar:

1- Cozolino, L. (2014). İnsan ilişkilerinin Nörobilimi Bağlanma ve Sosyal Beynin Gelişimi. Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları: İstanbul.

2- Masterson, J. (2007). Bağlanma kuramı ve nörobilojik kendilik gelişimi açısından kişilik bozuklukları klinik bir bütünleştirme. Litera Yayıncılık: İstanbul 

3- Schore, A. (2012). Gelişimsel Nörobiyoloji ve bağlanma kuramı, atölye çalışması metinleri, Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları: İstanbul

4- Bawlby, J (2012). Bağlanma (Çev: Soylu, T.V.). Pinhan Yayıncılık: İstanbul

5- Landers, M. S., Sullivan, R. M. (2012). The development and neurobiolgy of infant attachment and fear Development Neuroscience, 34, pp:101-114

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol