Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bilimlerin Geçmişinden Tarih Üretmek – Kostas Gavroğlu

Yazar: Abdulkadir Öncel

Giriş

Kitap, genel olarak bilim tarihi yazıcılığını konu alarak, bilim tarihi yazıcılığının yanıtlamaya çalıştığı soruları, özerk bir disiplin olarak nasıl ve ne şekilde ortaya çıktığını ve bu disiplinin günümüzdeki durumunun ne olduğunu konu edinir. Yazar kitabının hem bilim tarihçilerine hem de bilime ilgi duyan herkese uygun bir kitap olduğunu ifade eder. Kitabın yazılış amacı, öncelikle yazarın bilim tarihine ilgisi olanlara bir giriş kitabı sunma isteğidir. Yazar ayrıca tarihçilerin bilim tarihi konusundaki bilgi yetersizliklerini gidermek ve bilim insanlarının kendi disiplinlerinin tarihine ilişkin çarpık bilgi ve düşüncelerini değiştirmek ve katkıda bulunmak istemiştir.

Kitap bilim tarihini üç döneme ayırarak ele alıyor. Birincisi 19. yüzyılın son döneminden 1930’lara kadar olan pozitivist bir vakanüsliğin etkisi altındaki dönemdir. Bunu 1930’lardan 1960’lara kadar olan ikinci dönem izlemektedir. Bu dönemde bilim tarihine yönelik sosyolojik yaklaşımların artmaya başladığını ve bilimi bir fikirler tarihi olarak gören bakış açısının ortaya çıktığını görüyoruz. Kitap son olarak 1960 sonrasında birçok bilim tarihi bölümünün açılmaya başlandığı ve bilim tarihinin akademik olarak bugünkü halini aldığı son dönem gelişmeleri ele alıyor. Yazar bilim tarihçilerinin karşılaştıkları sorunları ve sordukları soruları ele almakla birlikte, belge ve olaylara dayanan tarihçilik anlayışını da Galileo vakası üzerinden irdeleyerek uygulamalı bir şekilde göstermektedir. Bu dönemde bilimsel faaliyetin yalnızca kuramsal değil sosyal boyutları, ilişkileri ve konsensüse dayalı olan yapısı gibi çeşitli yönleri incelenmektedir. 

1Bilim Tarihinin Tarihine İlişkin Notlar

Bilim tarihi içerisinde çeşitli mitler bulunmaktadır. Eğlenceli olanlar genellikle Galileo’nun Pisa kulesinde birçok seyircinin önünde deney yaptığı ya da Newton’un yer çekimini kafasına düşen bir elma sonucu bulduğu şeklindeki mitlerdir. Ancak bununla birlikte tehlikeli mitler de vardır. Bu tehlikeli mitler, Ortaçağ’da hiçbir olumlu gelişmenin olmadığı ve o dönemin modern bilime hiçbir katkı sunmadığı şeklindeki mitlerdir.

Bir de bunun dışında bu ikisini düzeltmeye çalışırken yeni mitler meydana getiren bilim tarihçileri vardır. Bu mitler çoğunlukla bilimin sorunsuz ilerlediği veya herhangi bir krizde yeni bir diyalektik kurarak yeniden hızlıca ilerlemesine devam ettiği şeklinde olanlardır.

İlk olarak bilim tarihçiliği pozitivist ve normatif bir bilim görüşüne sahipti. Dönemin koşullarından etkilenmesi yadırganmamalıdır. Bilim o dönemde diğer tüm uğraşlardan farklı şekilde, objektif olması gereken bir alan olarak betimlenmekteydi. Kültür ve insan faktörleri dikkate alınmıyordu. Ancak 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başından itibaren bilim tarihçiliği bu faktörleri dikkate alır hale geldi. Ayrıca bilim tarihi yalnızca doğa bilimlerinin tarihi de değildir. Tıp, sosyal bilim ve matematik de bu bilimlere dâhildir. Her bilim alanı tek tek ve ayrı ayrı incelemeye tabi tutulmalıdır.

Bilim tarihçileri açısından bir teorinin doğru olup olmamasının bilim felsefesinde olduğu kadar önemi yoktur. Bilim tarihinin amacı, rasyonalizm içerisine düşmeksizin, bilim alanındaki faillerin (bilim insanlarının) mesleki ve sosyal çevrelerinden bağımsız değil aksine onların çevreleri ile girdikleri karşılıklı ilişkileri gözler önüne sermektir. Pozitivist perspektif ve onun bilim tarihi anlayışının ortaya koyduğu şekilde tekil bir evrensel bilim yöntemi çıkarılamaz.

İlk dönemde bilgi ve belgeye dayanan Ranke’ci tarih anlayışı hâkimdi. Tarih, edebiyat ve felsefeden farklı olmalıydı. Bu yöntem oldukça pozitivist bir tonda ilk dönem kronolojik sıralamaya dayalı bilim anlayışını getirdi. Bu nedenle ilk dönem eğilimi çoğunlukla bilim tarihinin en baştan günümüze kadar anlatılması şeklindeydi ve bu anlatılarda pek bir sorun ya da duraksama ile karşılaşılmazdı. Pierre Duhem ilk defa ‘‘Orta Çağ’da bilim adına hiçbir olumlu gelişme yoktur’’ tezini tartışmaya açtı. Ayrıca Skolastik akımın 16. ve 17. yüzyıllardaki bilim insanlarını ve dolaylı olarak modern bilimi etkilemiş olduğunu iddia etti. İddiaları tek tek incelenmeye muhtaç olsa da mevcut ezberleri yıkmaya yönelik bu çıkış hamlesi bilim tarihi açısından oldukça önemli bir mihenk taşı niteliğindedir. Duhem, karanlık çağlar terimini yeniden tanımlamayı başaran ilk bilim tarihçisi olmuştur.

1930’lu yıllarda yazılan eserlerde pozitivizmi aşma çabası göze çarpar. Bununla birlikte o dönemlerde çağdaş bilimin 16. ve 17. yüzyıllarda başladığı şeklinde de bir konsensüs oluşmuştur. Bunun da Antikite’den koparak yapıldığı savunulur. O dönemde pozitivist yaklaşımın tarihe uygunluğunun sorgulanmaya başladığı söylenebilir. Dehalar ve büyük eserlerin iç tutarlığı gösterilmeye devam etse de tarih yazıcılığında sosyolojik şartların daha fazla göz önüne alındığı yaklaşımlar şekillenmeye başlar. Bugün pozitivist bulunuyor olsa da Merton’un o dönem için bilim normlarına yönelik çalışmasında, bilimsel gelişme ile Püritenizm arasında kurmuş olduğu bağlantı bilim tarihçiliğinin de sosyal olanla bağlantısının kurulması açısından değerlidir. 

Merton’ın ardından Frankfurt Okulu’ndan Zilsel bilimsel gelişmeyi daha önceden var olan üç sosyal katman (üniversite aydınları, laik hümanistler ve teknisyenler) arasındaki ilişkilere ve toplumun yeniden yapılanması ile kentleşmeye bağlamış olsa da, Zilsel’in çalışması bilim tarihçileri tarafından çok fazla dikkate alınmış ve yeterince değerlendirilmiş değildir. 2 Temmuz 1931’de Londra’da toplanan 2. Uluslararası Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresinde, Sovyetler Birliği delegasyonunun sunumu katılımcıların çoğunluğunu olmasa da oradaki birkaç bilim insanının bilim tarihindeki olaylara farklı yaklaşımlarla bakılması gerektiği konusunda ikna etmişti. Özellikle Boris Hessen, Newton’un Mathematica’sının hızla gelişen ticaret sınıfının pratik ve teknolojik gereksinimleri ile at başı gittiğini savundu. Hessen’e göre Newton çalışmalarıyla o günün yükselen ticaret sınıfının ihtiyaçlarına yönelik sistematik çözümler üretmekteydi.

Bilim tarihine Hessen’in sunumu ile Marksist bir bakış öneren bir düşünceyi aklına koyanlardan biri de Bernal’di. Bernal bilimin gelişimini sosyal parametrelere bağlayan 4 ciltlik ‘‘Science in History’’ kitabını yazdı. Teorik sorunsalların siyasal olgular ve sosyal baskılardan nasıl etkilendiğini kanıtlamaya çalıştı. Bu sorunları anlayabilmek için de bilimle toplum arası etkileşime odaklanmak gerektiğini ifade etti.

  Daha sonraki dönemde bilim tarihindeki en büyük etkiyi yapmış kişi Koyre’dir. Kuhn, ‘‘Bilim Devrimi’’ çalışması ile bilim tarihi disiplinini fikirler tarihine dönüştüren ve tarih yazıcılığında devrim yapan kişi Koyre’dir, der. Koyre’ye göre, Descartes ve Galileo’nun düşmanı Kilise değildi. Koyre yeni fikirlerin rakiplerinin alışkanlık, olağan mantık ve bilim insanlarının kendi teorik düşüncelerine bağlı kalmaları yüzünden düştükleri yanlışlar olduğunu ifade etmiştir. Bunun dışında Koyre bilim insanlarının uymak zorunda oldukları çeşitli sınırlamaları anlamamızı sağlayacak yanlışların önemine ve bilgi üretebilmek için bu sınırlamaları aşma süreçlerine dikkat çekmiştir.
Koyre, Galileo özelinde fiziğin bilim olmasında deneyimin neredeyse hiç katkısı olmadığını ve bu deneylerin çoğunlukla zihinsel deneyler olduğu noktasında ısrar eder. Koyre bilim tarihinde aynı zamanda yazılan dönemin koşullarının da dikkate alınması gerektiğini ilk söyleyen kişidir. Koyre’ye göre gerçek bilim tarihi, aklın gerçeğe ulaşma çabasıdır. Koyre, bilim tarihçilerini, bilim tarihinin pozitivizmi doğrulayan bir parça veya araç olmaktan çok, düşünce tarihinin organik bir parçası olduğuna ikna etmiştir. Bilim tarihi değişik bilimlerin çok yönlü toplumsal ve kültürel süreçlerden etkilenerek biçimlenen farklı boyutlarını inceleyebilmeyi başardığı ölçüde amacına ulaşacaktı. Bunun yanında parantez olarak ifade etmek gerekir ki Koyre de ilerleyen dönemde Kuhn’un hakkını vermiş ve ‘‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’’ kitabında kendi eksikliklerini gördüğünü söylemiştir.
Bilim tarihi bu katkılarla birlikte artık farklı bir bakış açısı edinmiş oldu. Koyre bilim tarihini fikirler tarihi haline getirdi. Bu durum bilim tarihini kronolojik tarih anlatılarının dışına fikirlere uzanan bir disiplin haline gelmesini sağladı. İlerleyen dönemde de ABD’de bilim tarihi bölümlerinin ve doktora programlarının açılmaya başladığı görülür. Bilim tarihine yönelik ilgi zamanla artmaya başlayacaktır.
Birinci bölümün son kısmında yazar bilim tarihinin tanımlanması ile ilgili sorunları gözler önüne sermektedir. Bunlar genel olarak kapsam sorunları değildir. Çünkü zaten kapsamdan bahsediyor olmak, alanının rüştünü ispatladığının ve kapsamını genişletmek istediğinin göstergesidir. Temel sorunlar, hitap edilen kitle ile bilim tarihçisi olabilmek için gereken alt yapı ve bilgi birikiminin ne olması gerektiğine yönelik olanlardır.
Öncelikli olarak bilim tarihçilerinin hitap ettiği kitle meslektaşlarıdır. Bu yazara göre bir özerklik belirtisi olsa da sorun, bilim tarihçilerinin 100 yıl geçse de ne tarihçilere ne de bilim insanlarına toplu halde hitap edememiş olmasıdır. Diğer yandan bilim tarihinin meslek edinilebilmesi zordur. Sorun, hangi ön koşulların gerektiği, hangi özelliklere sahip olunması gerektiği, bilim tarihi öğreniminin yapısı ve düzenleniş biçimi ile ilgilidir. Yazar bu açıdan doğa bilimlerinin öğrenilmesi zor olsa da bilim tarihçisinin nesnesinin bilgisine derinlemesine sahip olması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak bu, doğa bilimlerindeki bilim insanlarının bilim tarihçisi olabileceği anlamına gelmez. Bilim tarihçisinin geniş bir tarih görgüsüne sahip olması, tartışmalara yeni bir düzey sunması, bilim felsefesi ve tarihi ile birlikte, diğer tüm disiplinlere bir biçimde nüfuz etmiş olması ve birçok temel bilim dilini bilmesi beklenmektedir. 
2. Bilimin Tarihçileri ve Yanıtlamaya Çalıştıkları Sorular
Bilim tarihçileri olay ve belge biriktirerek tüm bilimler için biricik olan metodu bulma çabası içerisindedirler. Ancak 50 ve 60’lardan sonraki dönemde Braudel ve Koyre’yi içine alacak biçimde artık hikâye anlatıcısı tarihçiden soru soran, sorulara cevap bulan ve tartışmalara giren tarihçisi ve bilim tarihi dönemine geçilmiştir. Bilim tarihçilerinin sorularını sübjektif olarak bulundukları toplumsal ve siyasal konjonktür içinden sorduklarını biliyor olmaları önemlidir. Böylelikle bilim tarihçileri bakış açıları ile inceledikleri şeyin parçası haline geliyorlar. Soru sormak ya da soru şekillendirmek objektif bir süreç değildir. Aksine tarihçiler doğayı, toplumu ve insanları genel algılayış tarzları ile ele alıp, önyargıları, ideolojileri ve önceliklerine göre soracakları soruları saptarlar.
Ancak işin sonunda yazar, bilim tarihçisinin bazen tarihten çok felsefe, sosyoloji vb. yaklaşımlarla akıl yürütmek zorunda da kalabileceğini ifade etmiştir. Cevaplar en geniş perspektiften cevap olabildiği ve dönemin koşullarını dikkate aldığı ölçüde geçerli ve kabul edilebilir olacaktır. Bu durumda gerekircilik hatasına düşmemek önemlidir. Bilim tarihçileri ideolojik davranmama, doğruyu bulma çabasında olmama, tarihsel olaylar arası bağ kurma, ilişkilendirme, başka açıklamaları devam ettirme, bunları yaparken de eleştirel olmak ve farklı uçları bir araya getirebilme gibi nüanslara dikkat etmelidir.
Yazar, Galileo üzerinden iki soruyu tartışarak detaylandırmak istemektedir. Birinci soru, Galileo’nun mahkemesinde neler oldu? Bu soru anlatıcılar için bir takım öncelikler içeriyor olma ihtimali barındırsa da çoğunlukla olayın aktarımı üzerinedir. Ancak ikinci soru kritiktir. Bilim ve teoloji arasındaki ilişki davaya nasıl yansıdı? İşte bu soru yorum gerektirir. Bu ikinci soru tarihçinin yorumlayacağı noktadır. Bu nokta bir takım ideolojik unsurları da, sübjektif yaklaşımları da içerebilir. Ancak bilim tarihçisinin yapması gereken de tam budur. Bilim tarihçisi olayları anlatmalı ve olguları yorumlamalıdır.
Gavroğlu’nun kitabın bu bölümünde ele aldığı bir diğer husus anakronik yaklaşımın çıkmazlarıdır. Tarihçiler bugünün bilgisi ile geçmişin bilgisi arasında seçim yapmamalıdır. Bugünün koşulları ile geçmiş kurgulanmamalıdır. Bunun yanında bilim tarihçisi –malıydı, –meliydi şeklinde bilgi ve belgelerdeki boşlukları doldurmaya çalışmamalıdır. Bu durum akla uygun dahi olsa metodolojik olarak hatalıdır. Bunun yanında yine bilim tarihi içerisindeki olayları yorumlama şekli de oldukça önemlidir. Bilim tarihi içerisindeki olayların başka türlü olması halinde durumun nasıl bir vaziyet alacağını öngörmeye çalışmak, anlamlı değildir. Çünkü bilim tarihinin böyle bir görevi yoktur.
Hooke daha erken ölseydi veya başka bir keşif daha erken hayatımıza girseydi şeklindeki yorumlar gereksizdir. Anakronik yaklaşım bu tür hayali senaryolar üretir. Ayrıca Gavroğlu bugünkü teorilerin kökenine dair bir arayışa da girilmesinin hatalı olduğunu ifade eder. Bu çaba, önceki dönemlerden insanların eserlerinden bir takım küçük çıkarsamalar yapılarak bugünkü teorilerin kaynağını oralara dayandırma işidir. Bu bütünsellikten uzaktır, bilim tarihi yazıcılarının bu tip şeylerden uzak durması gerekir.
Bilim tarihçisi ahlaki bir yargıç da değildir. Örneğin, Galileo konusunda bir takım ideolojik tezlerin savunucusu haline gelinmemelidir. Gavroğlu’na göre bilim tarihçisinin ne Kilise’yi mahkûm etmek ne de Galileo’yu kahramanlaştırmak gibi bir görevi yoktur. Anlaşıldığı kadarıyla yazar bu konuya oldukça önem vermektedir. Bu durumun gözüktüğünden ne kadar daha karmaşık olduğunu anlatmak için mevcut tarihi belgeler üzerinden konuyu detaylandırır.   
Gavroğlu ayrıca doğa biliminin içerisine dâhil olan ve ilk dönemlerde bilim karşıtı olarak algılanan büyü, simya ve din gibi uğraşların büyücülük örneğinden hareketle bilimin içerisine dâhil olduğunu ifade eder. 1930’lu yıllarla birlikte bu şeylerin bilimin tamamen karşıtı olduğu şeklindeki toptancı okumalardan geri dönüldüğünü, yeni okumaların ortaya çıktığını belirtir. Yazar ayrıca modern farmakolojinin gelişimini de dolaylı olarak simyanın en çok geliştiği dönem olan 16. ve 17. yüzyıllara bağlamaktadır.
Yazar, bilim tarihinin, bilim devrimi sürecini, öncesini ve sonrası ile olan ilişkileri ve kopuşları, o döneme ait mevcut kopuş ya da ilerlemeci tezlerin aksine kapsamlı analizler yaparak sorgulaması ve problemlere yanıtlar araması gerektiğini söyler. Gavroğlu bilim tarihindeki farklı yaklaşımların fazlalığını 16. ve 17. yüzyılların ideolojik, sosyal ve siyasal açıdan yoğun ve karmaşık oluşu ile açıklar. Deney, doğayı tarif etmede değil, deney ile matematiğin bir araya getirilerek doğal olayların açıklanmasında kullanılmaya başlandı. Nitekim Galileo da felsefenin matematik ile yazıldığını ifade etmiştir. Böylece matematik ile deneyin birleşimi Antikite’den kopuşu sağlamıştır.
Gavroğlu, Kilise ile bilim insanlarının o dönemde teolojik öğretilerle mekanik felsefeyi bağdaştırma çabasının da bilindiğini ifade eder. Bu çabanın her iki tarafında kalan din ve bilim insanları vardı. Newton ve Descartes gibi bilim insanlarının teolojik ilgileri su götürmezdi. Net bir çatışma kampları diye tasvir edilebilecek bir durum da söz konusu değildi. Bu tez daha çok 18. yüzyıldaki Darwinizm tartışmalarından sonra 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl bilim insanlarınca ortaya atılmıştır. 16. ve 17. yüzyıldaki bilim insanlarının aralarındaki tartışmalarla bir ilgisi yoktur. Bunun dışında kalan bulgularla teolojik tezlerin uyuşmaması ile ortaya çıkan yeni etik durum 17. yüzyılların ikinci yarısında Kilise’nin kendisine biçilen yeni rolü siyasal gerçekliği ile kabul etmesi sonucu çözülmüştür.

3. Tarih: Tarihçilerin Belgelerle Buluşması

Bu bölüm bilim tarihçilerinin kullandıkları belgelerin özelliklerinin anlatıldığı bölümdür. Bilim tarihçilerine kulak kabartmaları teşvik edilir. Bilim tarihçileri, bu belgelerden kendi duymak istediklerini söylemesini ya da onların kendi duymak istediğini söyletebilecekleri belgeler olmasını beklerler. Ancak yazar bilim tarihçilerinin bu seslerin söyledikleri ile duymak istedikleri arasındaki çelişkiyi aşabilmeleri gerektiğini söyler.

Yazar burada bir araştırmacıda olması gereken şeyi net şekilde ifade eder, soru. Bu seslerin duyulabilmesi için bilim tarihçisinin kafasında cevabını aradığı bir soru olmalıdır. Ayrıca yazarların müsveddeleri de bize yazarın eseri yazarken oluşturduğu kurguyu ve düşünceleri ile ilgili bize bilgi verir. Alıntılama eski dönemde şimdiki kadar yaygın değildir. O sebeple kişisel sebepler dışında da alıntılamama durumu sık rastlanan bir durumdur.

Yazar bu bölümde ayrıca bilim tarihçileri açısından belge türlerini (mektup, deney defteri vb.) detaylı şekilde ele almaktadır. Elektronikleşme önceki dönemde elde ettiğimiz tip belgelerin elde edilmesine engel olmaktadır. Artık kimse mektup yazmıyor, kâğıtlara not almıyor ve kitaplarını müsveddelere kurgulamıyor. Bilim tarihçileri elektronikleşme sonrasında bilim insanlarının izlerini bu tür belgeler üzerinden süremez hale gelmiştir.

Tarihçinin içinde bulunduğu koşullarda incelediği döneme dair belgeler önemli bir yer tutar. Mahkemede Galileo’nun önüne imzasız belgeler sunulduğunda Galileo da Kardinal Bellarmini’den aldığı suçsuzluk beyanı taşıyan mektubu sunmuştur. Kilise içerisinden birileri Galileo’yu bu şekilde zor duruma düşüreceğini düşünmüştü. Ancak Galileo’nun bu tip bir durumun başına geleceğini tahmin etmeksizin, ortada dolaşan söylentilerden rahatsız olduğu için aldığı suçsuzluk beyanı kendisini savunmasını sağlamıştır. Bilim tarihçisinin bu durumu net şekilde ortaya koyabilmek için bu tür belgelere ulaşması gerekir ki tarihteki faillerin ve kurumların eylemleri daha anlaşılır olsun.

Ayrıca Newton’un el yazmalarından simyayı nasıl kendi kuvvet çalışmalarında kullandığını da öğreniyoruz. Böylelikle Bilimsel Devrim’e olan bakış da, simya vd. bilim karşıtı kabul edilen uğraşlara bakış açısı da değişmiş oldu. Bu anlamda belgeler bilim tarihçileri için böyle düşünce yapısını değiştirebilecek bir öneme sahiptir.

4. Geçmişin Yeniden Oluşturulması ve Bilim Tarihçileri

Bilim tarihinde bazı olaylar yeniden inşa edilebilir ancak bilim tarihçileri bu yeniden inşa hali sadece bir tarihsel olguya dönüştürülebilirse veya böyle bir potansiyeli varsa ilgilenirler. Burada, anakronik hatadan farklı olarak belgelerde gizli kalmış, ilk etapta fark edilmemiş anlamların farklı disiplinler ışığında anlaşılması söz konusudur. Basitçe boşluğu bilim tarihçisinin kendi kafasına göre, rastgele doldurması değildir.

Ancak geçmişi tamamen kazanmak da bugünün koşulları, tarihçinin içinde bulunduğu düşünce yapısı, çıkarları vb. nedenlerden ötürü mümkün değildir. Her bilim tarihçisi başka yönlerden incelediği dönemi ya da o dönemdeki kişiye farklı yaklaşabilir. Bu durumu anlatmak için yazar, Galileo’nun Koyre için farklı Drake için farklı olması örneğini kullanır. Yazar ayrıca nedensellik konusuna da değinir. Gavroğlu salt nedenselliğin değil, karşılıklı etkileşimin bilim tarihi açısından olanakları arttırdığını ifade etmiştir. Fakat bu durum yazara göre nedensellik karşıtlığı değildir. Sorulara yanıt verme çabası farklı farklı olabilir. Yazar bu yaklaşımın diğer bilim tarihçilerinin kabul ya da reddine açık olduğunu söylemiştir.

5. Tarih Yazıcılığı Açısından Hayırlı, Güncel Olmayan Bir Tarih Problemi: Öncelik

Bilim tarihçileri son zamanlarda buluşlarla ve icatlarla daha az ilgilenir hale gelmiştir. Oysa bilim tarihçiliğinin ilk dönemlerinde bu icat ve keşiflerin kim tarafından ve ne zaman yapıldığını belirlemeye yönelik kronolojik bir tarih yazım anlayışı revaçtaydı. Bunlar bazen doğru bilinen yanlışları düzeltmeye çabasını içerirdi. Keşfin ilk sahiplerini bulmaya ve kamuoyuna açıklamaya yönelik bir yarış vardı. Ancak tarihçinin görevi kimin gerçekten buluşun sahibi olduğunu tespit ve tasdik değil, buluşun yapıldığı tarihsel durumu gözler önüne sermektir. Bu açıdan tarihçiler bu öncelik konusuna takılmamalı ama bunu bilim kamusu için önemli olduğunu da unutmamalıdır.

Bir diğer önemli konu da bilim tarihinde icat ve keşiflerde önceki geliştiricilere yönelik pek atıf bulamamamızdır. Yazar bilim insanlarının bu tercihlerinin mekân ve zamandan bağımsız olmadığını ve bilim tarihçisinin bilim insanlarını ilerici veya muhafazakâr şeklinde damgalama şansı olmadığını ifade eder. Çünkü Kopernik’te bilim tarihçilerine bu damgaların ikisini de yapıştırma imkânı tanıyacak veriler mevcuttur. Bu da bilim tarihçisi için paradoksa yol açacaktır. Bu tip ideolojik çerçevelerin içine hapsolmamak gereklidir. Bu tür basit ideolojik açıklama formları bilim tarihçilerini yanıltacaktır. Kopernik kendisinden önce çok kişinin – Kilise içinden kişiler de olmak üzere – dünyanın hareketinden bahsettiğini ifade etmiştir. Buradan çıkarılacak şey, Kopernik’in alıntı yapmamasının sebebinin ilk olmak olmadığıdır, zaten kendisi evvel zamanda bu konunun başkaları tarafından ifade edildiğini belirtiyor.

Sebep, Kopernik’in Kilise ile sorun yaşamamak adına bundan kaçındığıdır. Çünkü Kopernik alıntılayacağı kişilerin kendisi için Kilise karşısında bir risk oluşturabileceğini tahmin ediyordu. Dünyanın hareketi önerisi ile bir risk almıştı, sonrasında Kilise’nin alıntılayacağı kişiler hakkındaki negatif düşüncelerini de bir paratoner gibi üzerine çekmek istemiyordu. Bu sebeple Kopernik örneğinde alıntı göremeyiz. Diğer bilim insanlarının da alıntılamama sebebinin, kişisel sorunlar dışında, bu tip risklerden ötürü sorunlar yaşamamak adına ya da farklı sosyal ve kültürel koşullar olduğu düşünülmektedir. Bilim tarihçisinin araştırması gereken bu tip şeylerin nedenleridir.

6Bilim Camiası: Meşrulaştırma Süreci, Tartışmalar, Fikir Birliğine Varmalar

16. yüzyıl ve sonrasında doğa incelemesinin yeni yöntemleri ile birlikte yeni bir bilim camiası da oluştu. Doğa filozofları, aydınlar ve bilim insanlarından oluşan bu camia, aynı sosyal işlevi gören farklı camialar aleyhine gelişmeye başladı. Bu yeni camia diğer camianın ideolojik dayanaklarını ve var olan ayrıcalıklarını da kemirerek genişledi. Bu sebeple de karşı camialar tarafından sevilmemeleri ve karşı çıkılmaları gayet doğal bir durumdur. Ancak bu camialar farklı görüşten kişilerden oluştuğu için yekpare de değildir. Bilim camiası o zamana dek başka camianın alanına giren bazı konuları yürütmede yeterli görülmesiyle meşruiyet kazanmıştır. Bu camialar özellikle kuruluş dönemlerinde söylediklerinin doğruluğuna toplumu inandırmak adına meşruiyet yolları arar. Bu en az iki camia arasındaki durum kurulan stratejilerin ve kurdukları ittifakların incelenmesiyle anlaşılabilir.

Daha önceleri Kilise’deki din adamlarının elinde olan kozmolojik açıklama iktidarı zamanla bilim insanlarının bu alana girmesiyle gerginliklere dönüşmüştür. Bilim camiası farklı kişilerden oluşsa da onların birliği fikir birliğidir. Bu fikir birliği araştırmaların yöneltileceği doğrultu anlamındadır. Yoksa bir bilim camiasının tüm üyelerinin aynı fikre sahip olması anlamını taşımamaktadır. Bu yeni camianın içinde de tartışmalar vardır. Ancak bu tartışmalar bilimsel süreçten ayrı değildir.

Burada fikir birliği bu anlaşmazlığın aşılma yöntemine yöneliktir. Bu durum zaman zaman değişimleri beraberinde getirir. Bu durum Kuhn’un paradigm shift kavramına benzemektedir. Bu bilim camiası aslında bir yandan da bilim kamusudur. Olgulara, teorilere ve ilkelere yönelik tartışmalar her zaman olmuştur. Newton örneğinden hareketle bazen ilkelere yönelik tartışmalar bitmez ve zihniyet değişebilir. Nedenini açıklamaksızın nasılın üzerine gidilebilir. Ayrıca Kuantum Teorisinde olduğu gibi nedensellik anlaşılmadan da kabulü getirebilir. Yazara göre bu durum bilim camiasının içerisinde bulunduğu kültürel ve sosyal yapı ile ilişkilidir.

Bilim tarihi, doğanın yapısıyla işleyişini anlamaya çalışan ve diğer insanları da fikirlerinin doğruluğuna inandırmaya çalışan insanların tarihidir. Bu inandırma süreci her zaman rasyonel argümanlarla olmaz. Bu inandırma süreci sosyal ve kültürel bir nitelik taşır. Yazar şöyle ifade eder: ‘‘İnandırma operasyonları; bilim alanlarının sınırlarını müzakere etmeyi, hipotezler, fikirler ve özellikle yasalara meşruiyet kazandırmayı ve teorik yaklaşımlar, deneysel yöntemlerle ontolojik sınırlamalar konusunda fikir birliği oluşturmayı başararak sıklıkla amaçlarına ulaşmışlardır’’ (Sf. 207). Nitekim kimyanın kurucusu kabul edilen Lavoisier (1743-1794) için söylenenin de aslında yeni bir şey bulmadığı ve sadece yeni bir bakış açısı getirdiği, kimya terminoloji kurmak için çaba gösterdiği ve mevcut bilimsel olanaklarla sosyal ihtiyaçlara cevap vermeye çalıştığı şeklindedir. Yazarın buradaki sosyal olana yönelik vurgusu aşikârdır. Bununla beraber Lavoisier’in diğer kişileri bir buluşla değil çabaları ile ikna ettiği ve çağdaş kimyanın kurucusu olduğu anlaşılmaktadır.

Yazara göre bilim tarihi, gerçek gibi kavramları, rasyonalizm gibi teorik yaklaşımları, ikna etme ve fikir birliğine varmış olma gibi sosyolojik süreçleri, geçmişi zaman ve mekânla sınırlı bir çerçevede anlam kazanan tarihsel kategoriler olarak algıladığı oranda başarılı olma imkânına sahip olacaktır. Bilim tarihi yalnızca doğayı anlama çabalarını değil, aynı zamanda gözlem, hesaplama ve akıl yürütmelerin sonuçlarına başkalarını ve genel olarak toplumu ikna etme çabalarını da incelemektedir.

Bilimlerin tarihsel süreçlerinde birçok yerellik de kayda geçmiş ve bu yerellikler bilimlerin karakterini belirlemiştir. Bu kısımda yazar, sosyal inşacılık gibi yeni tarih yazımlarının rölativizme yol açtığı yönündeki tezi inceliyor. Yazar bilim tarihindeki bir meselenin farklı bilim tarihçileri tarafından farklı şekillerde farklı bakış açıları ile incelenebileceğini kabul eder. Bilim tarihçilerinin geçmişin mutlak doğrularını saptamak gibi bir düşüncesinin olması bilim tarihine hiçbir katkı sağlamaz. Bilim tarihçileri bir değil birçok bilim tarihleri olabileceğini düşünmeli ve kabul etmelidir. Bilim tarihçileri nesnellik arayışına girmezler. Yazara göre, onların sınanacağı noktalar: eserleri, araştırmaları ve araştırma programlarıdır. Yazar, Kuhn’cu yaklaşıma yakın şekilde bir bilim tarihi eserinin geçerlilik şartını metodolojik koşullarının yanında bilim camiasının da bu eseri dikkate alması olarak okumaktadır.

7. Son Derece Yararlı Bir Tarih Yazıcılığı Kategorisi: Bilimsel Pratik 

Yazar, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabının bilim felsefecilerine yönelik olsa da alana ilgi duyan hiçbir bilim insanın dikkatinden kaçmayacağını ifade etmiştir. Bu kitabı eleştirenler çok fazladır. Kimileri ise faydalı bulur, ancak bu kitabı ele almadan geçen yoktur. Yazar bu kitabın görmezden gelinemeyeceğini belirtir.

Bilim tarihçileri Kuhn ile 60’lardan sonra tarihin ayırt edici noktalarını görmeye başladılar. Kuhn 50’lerde başlayan pozitivist eleştirilerin bir sonucudur, bir çıktısıdır. Doğa bilimlerine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bu kitap ilgiyi bilim insanlarının gündelik pratiklerine çekmiştir. Mantıksal pozitivizmin tahakkümünü kırarak, gerçek kavramının yeniden tanımlanabilmesine olanak tanımıştır. Kitap nesnellik ve ilerlemeci bilgi anlayışına büyük bir darbe vurmuş, paradigma değişimleriyle bilimsel ilerlemenin sıçramalı olacağını öne sürmüştür. Yazar için Kuhn’un önemi bilim tarihçileri için bir reçete sunmasında değil, bilim olgusunun rasyonel ele alıştan çok daha karmaşık olduğunu göstermiş olmasındadır. Nitekim Kuhn sonrasında yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha sonra da Kuhn’un etkilediği Güçlü Program vb. yeni yaklaşımlar bilimin bir beşeri faaliyet olduğu fikrini genişletmeye devam etmişlerdir. Bilim camiasının uzlaşımlarının önemi daha fazla öne çıkarılmıştır.

Kuhn bilimsel pratiklerin bilim insanlarının eğitimi, doktora çalışmasının yürütülüşü, büyük laboratuvarların çalışma ilkeleri gibi çeşitli iktidar ilişkileri içinde şekillendiklerini ve bu pratiklerin bilim insanlarının fikir birliğini sağlayan sosyal bağlaşıklıklarla yaşatıldığını görüşündedir. Kuhn’a göre bilim camiasının ilişkileri incelenmelidir. Yöreselliğin ön plana çıkacağı bu durum yazara göre evrenselliği ortadan kaldırmayacaktır. Önemli olan bu yöresellik ile evrenselliğin bağdaştırılabilir olmasıdır. Bununla birlikte yöresel olan bilgi tam bir uzlaşı olmaksızın da evrenselleşemez. Bu açıdan yine bilim camiasının uzlaşımının ön plana çıktığı söylenebilir.

Bilim camiasının meşruiyeti sağlayıcı yönü oldukça önemlidir. Paradigmaların krize girişi de bir şekilde bilim camiasının kabulüne bağlıdır. Bilim tarihçileri açısından ilgilenilmesi gereken bir başka konu da budur: Bir paradigma tarihte daha hızlı krize girerken neden diğer paradigma daha uzun süre kriz noktasına gelmemiştir? Laboratuvar çalışmalarına da değinen yazar, sosyal inşacı yaklaşımla, doğanın bir devamı olarak görülen bu mekânların nesnel bilgi ve bilim üretim mekânları olduğu algısının yıkıldığını ifade eder. Buralar, yeni bilgilerin yanında farklı yöntemlerin de denendiği ve yeni pratiklere meşruiyet kazandırılan yerlerdir.

Laboratuvarlar doğa ile bilim insanlarının bir araya geldiği mekânlar olarak görülmektedir. Ancak yazara göre laboratuvarlar daha çok iletişimsel işlerin yapıldığı yerlerdir. Makale hazırlama, alandaki makaleleri okuma vb. süreçler de laboratuvarda yapılır. Dilbilim ve dil felsefecileri için de önemli bir alandır. Çalışmaların hangi sunumla ve kelimelerle dışarı çıkarıldığı izlenebilir. Laboratuvar çalışmalarının yayımlanması da bize bu işin sosyal boyutunu gösterir. Laboratuvarlar tüm gizemlerine rağmen meşruiyete ihtiyaç duyar. Bu sebeple laboratuvarda çalışanlar çalışmalarını yayınlayarak faydalı işler yaptıklarını kamuoyuna göstermelidirler.  

8Sosyal İnşacılığın Bazı Boyutları Üzerine Yorumlar

Sosyal inşacılığın bazı yönlerine katılmadığını ifade eden yazar, yine de sosyal inşacılığın bilim tarihi yazıcılarının bakış açılarını ve yaklaşımlarını değiştirmelerini sağladığını söyler. Ancak yazar pozitivizm ile sosyal inşacılık arasında üçüncü bir yolun mümkün olduğunu düşündüğünü açık şekilde dile getirmektedir. Yazar dramatik bir çatışma ya da şaibeli bir uzlaşı olmaksızın eleştirel analizin bilim tarihine çok fazla katkı sunacağını ifade eder.

Sosyal olarak inşa edilen nesne değil de bu nesnel varlığın fiziksel özelliklerine ilişkin idealar yani düşüncelerdir. Bir nesnel gerçeklikle, ona ait düşüncenin farklılaşması iki şeyi sağlar. Birincisi somut gerçeklik ile bu sosyal inşacı görüş bir arada bulunabilir. İkincisi de sosyal inşacı idealar dönemsel olarak değişime uğrayabilir, kesinlik ifade etmez ve kaçınılmaz değildir. Salt iyi ya da kötü gibi bir niteleme yapılamaz. Bu da disiplinlerin farklı şekilde evrilmesini olanaklı hale getirir.

Yazara göre sosyal inşacılık sorunsalının bilim tarihçilerine birçok şeyi yeniden sorgulatmasına rağmen olasılıklara bağlı oluş fikri her olasılığın doğru ve geçerliymiş gibi kabul edilmesi gerektiği anlamı taşımamaktadır. Doğanın belirlediği bir takım sınırlar söz konusudur. Bu da bütün olasılıkların olası olduğu anlamını taşımamaktadır. Bilim adamlarının kabulleriyle meydana çıkan çok teori olabilir. Ancak bu teorilerin kabulleri, doğayı hiç dikkate almadan yapılamaz.

Dil konusu da birçok kez belli konularda farklı okumaları beraberinde getireceği şeklinde yorumlanmıştır. Ancak yazara göre yine her koşulda tarihçiler bilim tarihini bu ideolojik, kültürel ve sosyal engellere ve bu engellerin dile yansımasına rağmen yazmaya devam ederler. Gavroğlu’na göre bu engeller aşılması ya da kurtulmamız gereken şeyler değildir. Tam aksine geçmiş ancak bu şekilde yorumlanabilir. Ancak bu dil ve yorumlamalarla birlikte birincil kaynakların sınırları vardır. Tarihçi kaynağı her istediği anlamı yükleyemez. Birincil ve ikincil kaynak ayrımı yapılmasının da önemle altını çizen yazar, ikincil kaynaklar olmaksızın, birincil kaynağın yöreselliğinin ortaya çıkmayacağını belirtir. Bu kaynaklar arası ayrım bilim tarihinde çoğulculuğu sağlayan şeydir.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol