Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bilimsel Devrim Sürecinin Ardından Bilimsel Bilgi ve Fikir Akımlarının Osmanlı’ya Yansıması

Yazar: Abdulkadir Öncel

Giriş

Kostas Gavroğlu (2006, 101) ”Bilimlerin Geçmişinden Tarih Üretmek” isimli kitabında Bilim Devriminin ağırlıklı bir şekilde Batı Avrupa’da gerçekleştiğini beyan etmekle birlikte peki ya diğer bölgelerde bu sürecin ardından neler oldu diye sorar. Yeni fikirler, İber Yarımadasına, Rusya ve Osmanlı’ya nasıl intikal etti? Gavroğlu bu toplumların aydınları, yeni fikirleri nasıl benimsedi ve mevcut felsefi ve toplumsal gelenekleri ile yerel kısıtlamaların çerçevesinde kendi bilgi üretimlerini nasıl geliştirdiklerini bir soru olarak not düşer.

‘‘Türk Düşünce Tarihi’’ (2020, 101) isimli kitapta da bahsedildiği üzere Osmanlı 18. yüzyılda Avrupa’yı ve Rusya’yı gözlemlemiştir. Bu dönemde bu izleme faaliyetinin örneklerini sefaretnamelerde görürüz. Bu şekilde bir izleme faaliyetine başlamak bile Osmanlı açısından bir düşünsel değişimin göstergesidir. Bundan önce böyle bir faaliyeti gerekli görmeyen Osmanlı’nın bu tip bir arayışa girmiş olmasının nedeni mevcut durumda diğer milletlerden ordu bazında geriye düşmüş olduğunu fark etmesinden kaynaklanmaktadır. Orduyu yenilemek ve yeni teknolojilerle donatmak için kolları sıvayan Osmanlı yöneticilerinin teknik bilgi almak için arayışlara girdiği bu yenilenme sürecinde farklı düşün akımlarının da ülkeye girdiği görülmektedir. Biz de bu makalede Avrupa’da Rönesans, Aydınlanma ve Fransız İhtilali’nin ardından yaşanan düşünsel değişimin Osmanlı’ya yansımalarını fikir akımları üzerinden konu edineceğiz.

Osmanlı’da Yeni Arayışlar

Adnan Adıvar (1982, 5-6) ”Osmanlı Türklerinde İlim” isimli kitabının girişinde kitabın içinde ‘ilim’ kelimesiyle anlatılmak istenenin matematik, tabii ilimlerde de tıptan ibaret olduğu şeklinde bir şerh düşer. Bu şerh kitabın kendisi için bir çerçeve çizmiş olsa da ne Avrupa ne de Osmanlı için bu ilimlerin yansımasını anlayabilmek adına yeterli bir çerçeve değildir. 

Çünkü Rönesans ile başladığını varsayarak hareket edeceğimiz Avrupa’daki değişim süreci, tabii ilimlerin gelişiminden hareketle yaşanmaya başlamış olsa da etkileri yalnızca bu ilimlerin kendisi içerisinde kalmamıştır. Yapılan yeni keşifler insanların düşüncelerini ve yaşamlarını değiştirmeye başlamıştır. Biz de Avrupa’da bilimsel devrimin ardından ortaya çıkan bilimsel düşünce yapısının hangi tarihten itibaren ve nasıl Osmanlı için bir arayış haline geldiğini anlamaya çalışacağız. Bu arayış içerisinde özellikle fikir akımlarının Osmanlı düşüncesini nasıl etkilediği ve hangi aydınlar aracılığıyla temsil edildiği anlatılmaya çalışılacaktır.

III. Selim (1789-1807) Avrupa ilim ve sanatı ile ayrıca Fransız İhtilali ile yakından ilgilenmiş bir padişahtır. Yeni ilim ve tekniğe uygun donatılmış Avrupa ordularına karşı koyabilecek nitelikte bir ordu kurmak için Tophane’yi ıslah etmek istemiştir. Fransa ve İsveç’ten de mühendisler getirmek suretiyle fabrikalar açtırmıştır. 

Bunun dışında gayet rasyonel bir biçimde de sürekli olarak dışa bağımlı kalmamak için yeni subaylar ve mühendisler yetiştirmek adına matematik ve topçu okulu kurmaya karar vermiştir. Nitekim Mühendishane-i Sultani ismiyle kurulan okulun amacı budur (Adıvar, 1982, 206). Osmanlı’da yeni arayışların sebebi görüleceği üzere askeri olarak geri kalmış olmaktan kaynaklıdır. Bir takım ıslah faaliyetleri kapsamında Avrupa’nın fenni alınmak istenmiştir. Bunu yaparken de farklı ülkelerden mühendisler getirilerek yeni üretim şekillerini tatbik etmek adına fabrikaların kurulması sağlanmıştır.

Ancak bu okulda Batı dilleri bilen hocalar bulunmadığı için tercüme faaliyetlerine girişilmiştir. Batı dillerinde yazılmış olan eserler tercüme edilerek hocaların bu tercüme eserler ile öğrencileri okutması sağlanmıştır. Ayrıca Üsküdar’da ikinci bir matbaa açılmıştır. Bu matbaada da çoğunlukla ilmi eserler basılmıştır (Adıvar, 1982, 206-207). Anlaşılacağı üzere III. Selim’in temelini attığı bu yeni fennin ülkeye getirilmesi çalışmalarında açılan okullarda tercüme edilmiş kitaplar ile Batı’daki ilmi gelişmeler takip edilmeye çalışılmıştır.

Ordunun yenilenmesi ve ıslahı adına matematik ve tabii ilimler ülkenin eğitim hayatına sokulmaya girmeye başlarken diğer yandan medrese uleması da dini ilimlere dair telif ve tercüme eserler basmaya devam ediyordu. Adıvar bu durumu ilim âleminde ikilik meydana gelmesi olarak ifade etmiştir. 

Adıvar, Atıf Efendi’nin yazdığı bir takrirde Fransız İhtilalini Voltaire ve Rousseau gibi meşhur zındıkların eserleriyle meydana gelmiş bir fısk-u fücur cümbüşü olarak tarif ettiğini nakleder. Bu gelişen ikili durum aslında ilk dönemde ıslah girişiminin çekingen şekilde devam etmesine neden olmuştur. Ancak 1807’deki isyan hareketinden, III. Selim’in katline kadar birçok olumsuz durum yaşanmış olmasına rağmen bu yenileşme hareketi durdurulmamış ve kurulmuş olan mühendishaneler de kapatılmamıştır (Adıvar, 1982, 213-214). 

Gayet net anlaşılacağı üzere III. Selim’in ortaya koymuş olduğu bu ıslah etme girişimi ile ülkeye sokulmaya başlanan Batı ilmi aslında teknik edinme çabası ve gelişmiş olandan öğrenme amacı taşırken daha ilk andan itibaren Fransız İhtilali’nin de etkisi ile ülkede bir direniş ile karşılaşmıştır. Bu direniş de Adıvar’ın ifadesiyle ikili bir duruma sebebiyet vermiştir. Yaşanan karşı çıkış, isyan ve hatta padişahın katledilmesi gibi olaylar bu hareketi durdurmaya yetmemiştir.

Mardin (1991, 12) de Osmanlı yükselme döneminde Batı’nın model sayılıp gözlemlenmesinin bir problem olarak görülmemiş olduğunu ancak gerileme döneminde bunun bir sorun olmasının nedeninin önce yönetimin bozulduğu gerekçesi ile sonrasında da Avrupa’nın askeri üstünlüğü ile açıklandığını ifade etmiştir. 1780’lerde askeri mücadelede en yüksek teknolojinin sonuç verdiği düşüncesi tam olarak yerleşmiştir. 

Bunun yanında ulemadan da toplumda dinsel bütünlüğün bozulmasının gerilemeye sebep olduğu şeklindeki görüş de belirecektir. Batılı eğitimin önemine yönelik fikir birliği artmaktaydı. III. Ahmet döneminde de İbrahim Müteferrika aracılığıyla basın Osmanlı’ya gelmişti. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve Mehmet Ağa gibi devletlû isimler Avrupa ülkelerine elçi olarak gönderilmiştir. Bunun sebebi elçiler aracılığıyla Batı ülkelerinin vaziyeti hakkında bilgi sahibi olmaktır. Böylece Batılı fikir ve değerler Osmanlı yönetici sınıfının içerisine girmiştir.

Lale Devri diye anılan Osmanlı yönetici sınıfının içerisine Batılı düşünce ve yaşayış şekillerinin girişi elçiler gönderme faaliyetinin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde Osmanlı yöneticilerinin Batı tipi bir yaşayış tarzı benimsemeye başladığı gözlemlenmektedir. Mardin (1991, 13)’e göre bu vaziyet halk tarafından hoş karşılanmayacaktır. Batılı yaşayış tarzı halka yayılmayıp yalnızca yöneticiler bazında kalacaktır. 

İstanbul alt-orta sınıfı, bu yeni yaşam tarzının yalnızca üst kesimlerin bir imtiyazı olarak kaldığı ve yerel kültürün bozulmasına sebep olan bir gelişme olduğu gerekçesi ile yeniçeriler ve sadrazamların düşmanlarıyla birlik olarak ayaklanmıştır. Bu ayaklanmaya Patrona Halil İsyanı denmektedir. İstanbul alt-orta sınıfı Batı ile kurulan ilişkiyi Lale Devri’nin de etkisi ile halkın faydası ve iyiliğinin gözetilmediği şeklinde okumuştur. Mardin, bu durumun cumhuriyete kadar devam edecek olan etki tepki mekanizmasının ilk örneği olduğunu ifade etmiştir. 

Osmanlı yöneticileri Batılı idari, hukuksal ve iktisadi modellerini yerel kültür birimlerine bir Osmanlıcılık şuuru içerisinde yerleştirebileceklerini düşünmüşlerdi. Bu düşünce uzun dönemde başarılı şekilde tatbik edilemedi. Batılı kurumlar özlerini yitirmiş bir biçimde Osmanlı içerisine nüfuz etti. Mardin, Tanzimat’ı gerçekleştirecek ekibin de bu Batı kaynaklı yayılmacı yaklaşımın farkına varamadığını ifade etmiştir.

Batı’nın takip edilmesinin asıl amacı olan, Batılı gelişmiş askeri tekniği örnek alma çabası, I. Mahmut (1730-1754), I. Abdülhamit (1774-1789) ve önceki paragraflarda Adıvar’dan aktarmış olduğumuz gibi yoğun şekilde III. Selim zamanında (1789-1807) da devam etmiştir. Ancak toplumsal tepki ve ekonomik olarak dezavantajlı duruma düşenlerin karşı çıkışları ile karşılaşmıştır. Osmanlı’nın Batı devletlerinde yoğun biçimde elçilikler kurması bu dönemlerde olmuştur. Nitekim karşılaştırmalı analizler ve değerlendirmeler de bu elçiler tarafından yapılmıştır. Batı’nın ana model olarak kullanılması ve Tanzimat fikri de bu elçilerden çıkacaktır (Mardin, 1991, 13).

Hem Adıvar’dan hem de Mardin’den yapmış olduğumuz alıntılarla net şekilde görüyoruz ki geri kaldığının farkında olan bir Osmanlı yönetici sınıfı söz konusudur. Bu geri kalmışlığın nedeni Batı’nın askeri teknolojide ileri gitmiş olması olarak görülmüştür. Bu gelişmeyi de sağlayan şey Batı’nın bilimde büyük bir atılım yapmış olmasıdır. Bilimsel Devrim tabii ilimlerin gelişmesi sonucu gerçekleştirilmiştir. 

Ancak Avrupa’da yaşanan süreç yalnızca Bilimsel Devrimi değil ona gelmeden başlayan Rönesans’ın etkisini ve ardından devam edecek olan Aydınlanmacı görüşleri de getirmiştir. Bu da toplumsal ve siyasal sonuçlara sebebiyet vermiştir. Neticede Fransız İhtilali gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Batılı devletlerden teknik almak isteyen Osmanlı da bununla beraber süreç içerisinde Batılı fikirlerden etkilenmiştir. Batı’yı gözlemlerken yalnızca teknik değil paket halinde düşünce sistemi de gelmiştir ve yaşanan değişimlerin rüzgârları Osmanlı’da da esmeye başlayacaktır. 

Tanzimat Dönemi Eğitim Alanındaki Yenilikler

Tanzimat kelime anlamı olarak düzeltmek, düzenlemek ve ıslah etmek manalarına gelmektedir. Tanzimat Fermanına gelmeden evvel, önceki başlıkta ifade edildiği üzere III. Selim’in Kabakçı Mustafa ayaklanması sonucu tahttan indirilmesi, Osmanlı elitleri eliyle geri kalmışlığı gidermek amacıyla başlatılan Batılı devletleri izleme faaliyetine İstanbul halkının karşı çıkışının sebep olduğu çatışmanın bir sonucudur. Yeniçeriler ve sadrazamların düşmanları ile kurulan işbirliği sonucu tahttan indirilen III. Selim’in ardından yaşanan bu ikili durumdan çekinileceği ve bu işe tekrar kalkışılmayacağı düşünülmüştür. Ancak Adıvar’ın da net olarak ortaya koyduğu gibi bu Batı’yı örnek alma hamlesi hiçbir biçimde durmamıştır.

II. Mahmut da III. Selim’in yolundan gitmiştir. III. Selim’i tahttan indirilmesinde başrol oynayan yeniçerilerin yerine Sekban-ı Cedit isminde yeni bir ordu kurmaya çalışmıştır. Böyle bir karar almasında yeniçerilik sistemindeki bozulmalar da etkili olmuştur. Yeniçeriler ile modern bir ordu kuramayacağına karar verilmiştir. Fakat daha sonrasında II. Mahmut’un bu girişimi, yeniçeriler tarafından sonlandırılmıştır. 

Bu durum karşısında yeni bir ordu için öncelikle yeniçerilerden kurtulması gerektiğinin farkına varan II. Mahmut, bu konuda çalışmalara başlamıştır. Planlarını yapan II. Mahmut, 1826 yılında Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) adı verilen olay sonucu Yeniçeri Ocağı’nı halk ile işbirliği içerisinde ortadan kaldırmıştır. Bunun yerine de Asakir-i Mansure-i Muhammediye ismiyle yeni ve modern bir ordu kurma girişimine başlamıştır (Küçük, 2020, 101-102). Bu anlamda orduyu modernize etme açısından bir takım yeniliklerin yolunu açacak kararlar alınmış ve bu doğrultuda değişen yöneticiler de bu anlamda bunun devam etmesini zaman zaman kopukluklar yaşanmış olsa da sağlamıştır.

Tanzimat’ın temelinde ele alınan konular devletin bekası ile birlikte tebaanın da refahı ve geliştirilmesidir. Bu temel Batı merkezli aydınlanmacı bir misyonun da faillerin zihinlerinde yattığını göstermektedir. Bilimsel üretkenliğin sağlanması ve yaygın hale getirilmesi amacıyla devlet destekli yeni girişimler ortaya çıktı. Darülfünun’un alt yapısı niteliğinde Fransız Bilimler Akademisi’nin bir benzeri olarak 1850’de Encümen-i Daniş isimli bir bilim kurulu oluşturuldu. Kurulun üyeleri Osmanlı fikir insanları, bürokratlar, Avrupalı şarkiyatçılar ve ulema temsilcilerinden oluşmaktaydı. 

Bu kurul Osmanlı’da ilmi ve mesleki cemiyetlerin ilk örneği olarak karşımıza çıkmıştır. Kurul çeviri faaliyetlerinin ve özgün çalışmaların sade bir dille yapılmasını teşvik etmiştir. Sade dil ile sağlanmak istenen çalışmaların daha çok halk kitlesine ulaşmasının sağlanmasıdır. Bu gayret ile Tanzimat süreci ile birlikte Batı düşüncesinin önemli temel taşı sayılan kitaplara ulaşma imkânı ortaya çıktı. Bunun yanında Osmanlı kaynakları ve İbn-i Haldun’un Mukaddimesi okura sunuldu. Basın da o dönem çevirilerin ve farklı fikirlerin halka aktarılması adına önemli bir kaynak olmuştur (Küçük, 2020, 104).

Sultan Abdülmecid 1845 yılında Meclis-i Vâlâ’yı[1] ziyareti esnasında, ülkenin bekasının ve halkın refahının cehaletin ortadan kaldırılması ile olabileceğini belirtmiştir. Bu sebeple de halkın eğitiminin sistematik hale getirilmesi adına bir çalışma yapılmasını istemiştir. Bu ferman Osmanlı’da eğitimin tek merkezden yürütülmesine dair atılan ilk adım olmuştur. 

Meclis-i Muvakkat (Geçici Maarif Meclisi) bir yıllık bir çalışma sonucu Meclis-i Vala’ya sıbyan mekteplerinin düzenlenmesi, rüştiye mekteplerinin nizama sokulması ve ilim-fen öğrenmek isteyen öğrencilerin barınmasına olanak sağlayan Darülfünun’un açılması ve tüm bunlardan sorumlu bir maarif meclisinin kurulmasının kararlaştırıldığını rapor etmiştir (Küçük, 2020, 105). Bu adım bugünkü üniversiteler adına alınan ilk önemli dönüştürücü karar mahiyeti taşımaktadır. Üniversiteler buna göre şekillenmeye başlamıştır.

1869 yılında yürürlüğe giren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Türk eğitim hayatında yeni bir dönemin açılmasını sağlayacaktır. Böylece hem eğitimin devlet tekeline alınması sağlanmış hem de eğitimin Batılılaşması adına ilk sertifika olmuştur. Bununla birlikte bu mekteplerde görev alacak hocaları eğitmek üzere 1848’de açılan Dârü’l-Muallimin isimli yeni tip eğitime uygun hoca yetiştiren ilk eğitim müessesi olmuştur (Küçük, 2020, 105).

Encümen-i Daniş’in açılmasının ardından birçok farklı ilmi ve mesleki cemiyet kurulmuştur. O dönemde kurulan bu cemiyetlerden bir diğeri Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane’dir. Bu ilk tıp derneği 15 Şubat 1856’da İstanbul’da kurulmuştur. Sultan Abdülmecid o dönem bu cemiyete onay vermiş ve her ay 50 altın lira tahsis etmiştir. 

Cemiyete tabip, cerrah, eczacı ve veterinerlerin dışındaki mesleklerden üye kabul edilmemesi bu cemiyetin bir mesleki cemiyet olduğunu gösteren önemli unsurlardan bir tanesidir. Bununla birlikte ilk defa bir cemiyet üyelerinden aidat almış ve birkaç siyasi şeref üyesi dışında bu cemiyete Türk üye kabul edilmemiştir. Çalışma dili olarak da Fransızca seçilmiştir. Bu durum o zamana kadar görülmeyen bir takım yeniliklerdir (Küçük, 2020, 105-106).

Osmanlı aydınları da zaman içerisinde modern ilim ve kültürü insanlara yaymak için kendi cemiyetlerini kurmuştur. Bu anlamda 1861 yılında kurulan ilk cemiyet Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye Münif Paşa ve St. Petersburg sefiri Halil Bey başkanlığında kurulmuştur. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den mezun olmuş olan Müslüman tabipler 1862 yılında gizli bir biçimde Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye ismi ile yeni bir tıp cemiyetinin kurulmasını sağlamışlardır. 

Bu cemiyetin amacı tıp ve diş hekimliği alanlarında yabancı eserleri Türkçe’ye çevirerek yayınlamaktır. 1865 yılında resmi bir cemiyet haline gelen Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye, tıp eğitiminin Fransızca’dan Türkçe’ye dönmesi için büyük bir çaba göstermiş ve bu çabanın sonucunu da almıştır. 1870 yılından itibaren tıp eğitimi Türkçe yapılmaya başlanmıştır (Küçük, 2020, 106).

Pozitivizm ve Temsilcileri

Pozitivizm, Türkiye’ye ilk olarak felsefi değil edebiyat ile giriş yapmıştır. Edebiyat akımları, dönemin pozitif bilim dersleri, Fransızca ders yapan okullar, yurtdışından gelen öğrenciler ve uzmanlar aracılığıyla ülkemize aktarılmıştır (Korlaelçi, 2009, 214).

Yeni Osmanlılar Cemiyeti, İbrahim Şinasi ve Mithat Paşa gibi pozitivist isimlere ilgi duyan kişilere destek olmuştur. Bu ilgi ve destek ülkede pozitivist düşüncenin yayılması adına bir takım tercümeleri beraberinde getirmiştir. Bunun yanında Osmanlı’nın o gün için Batı ile kurmuş olduğu ilişkiler de yeni dönemde değişim çabalarında önemli bir etken olmuştur. Bu açıdan ilk olarak Mustafa Reşit Paşa özel bir öneme sahiptir. 

Comte, evrensel pozitivizm dini düşüncesinden hareketle Fransa’ya gönderilen Reşit Paşa’ya bir anlamda peygamberlik vererek Osmanlı’da bu düşüncenin yayılmasını istemiştir. Reşit Paşa’ya mektup yazan Comte, kendisinden Doğu’da bu düşüncenin yayılmasını istediğini ifade etmiştir. Tanrı’nın yerine bilim ve insanlığı ikame etmekte olan bu din düşüncesi Reşit Paşa yoluyla ülkemizde ilk olarak tanıtılmaya çalışılmıştır (Korlaelçi, 2009, 214).

1849’da giden İbrahim Şinasi de Ernest Renan ve Emile Littre gibi pozitivist isimlerle dostluk geliştirmiştir (Tanpınar, 1976, 189’dan aktaran Korlaelçi, 2009, 214). Pozitivist isimlerden etkilenmiş Şinasi de medeniyetin esasının akıl olması gerektiği şeklindeki Aydınlanmacı pozitivist düşünceyi benimsemiştir. Ancak bununla birlikte dini geleneği de beraberinde taşıyan bir düşünceye sahip olan Şinasi din ile aklın aslında birbirine eşit sonuçlar vereceğini yalnızca söyleyeninin farklı olduğunu düşünmüştür. İnsana şeref katacak olanın akıllı bir canlı olması olduğuna da inanmıştır (Korlaelçi, 2009, 215).

Daha sonrasında Mithat Paşa bu akımın ülkemiz düşün dünyasına adım atması için çaba gösteren ilk kişilerden biri olarak görülmektedir. 35 yaşında Fransızca öğrenen ve 1878 yılında Paris’e sürgün olarak gelen Mithat Paşa, Fransa’da pozitivistler tarafından karşılanmıştır. Korlaelçi’ye göre Pierre Laffitte, Mithat Paşa’yı Mustafa Reşit Paşanın bir devam ettiricisi olarak görmüştür (Korlaelçi, 2009, 215).

Korlaelçi’ye (2009, 215) göre pozitivistlerin o dönemki bize dair en büyük amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmadan evvel ülke içinde pozitivizmin daha fazla etkin bir hale getirilmesidir. Bunu yaparken de Osmanlı’da çoğunluğun dini olan İslam’ın yerini evrensel din görüşleri olan pozitivizmin almasıdır.

Pozitivizmin ülkemize tanıtılmasında büyük rolü olan üç kişiden sonra bu konuda önemli rol oynayan unsur İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Derneğin ilk başkanı Ahmet Rıza’dır. Derneğe ilk başlarda Comte’un sözü olan Nizam ve Terakki isminin verilmesini isteyecek kadar kendisinden etkilenmiştir. Ahmet Rıza, Comte’un fikirlerinin etkisinde kalmış ve benimsemiştir. Ancak Korlaelçi, İstanbul’dakilerin buna itiraz ettiği için derneğin isminin İttihat ve Terakki olduğunu ifade etmiştir (Kuran, 1948, 61’den aktaran Korlaelçi, 2009, 215).

Derneğin yayın organı Meşveret Gazetesi pozitivist düşüncenin ülkede yeşermesi için önemli bir rol üstlenmiştir. Yine bununla birlikte pozitivizmin Türkiye’ye girişinde Fransızca eserlerden yapılan çeviriler büyük bir etkiye sahiptir. Yapılan çeviriler de çoğunlukla bütün bir eserin değil eserin içerisindeki bazı kısımların tercüme edilmesi üzerinedir. Önceki paragraflarda ifade edildiği gibi edebi akımlar üzerinden ilk olarak ülkemiz düşün yaşamına girmiş olan pozitivizmin realizm ve natüralizm akımlarından oldukça fazla çeviri yapılmıştır. 

Pozitivist olmamalarına rağmen Ziya Paşa ve Namık Kemal bu akımlardan tercümeler yapmıştır (Korlaelçi, 2009, 215-216). Bu durumun izahı dönemin edebi dominant akımları olmasıdır. Realizm ve natüralizm edebiyatta etkisini gösterdiği için edebi şahsiyetleri etkilemiştir. Bu açıdan bir fikrin bayraktarlığını yapmanın dışında bir ilgi ile bu eserlerin tercüme edildiği söylenebilir. Nitekim bir eserin çevirisini yapmak, eserin müellifi ile aynı fikri benimsemek anlamı taşımamaktadır.

O dönemde pozitivizmin edebiyat dergileri aracılığıyla ülkeye büyük bir hızla sokulmaya başladığı anlaşılmaktadır. 1890’lı yıllardan sonra elli yıla yakın bir süre Servet-ı Fünûn dergisi pozitivizmin edebi alanda yayılmasında öncülük etmiştir. İstanbul, İzmir ve Selanik’te bu dönemde pozitivizm üzerine kurulu idealler aracılığıyla bir araya gelişmiş çok fazla sayıda fikir ve edebiyat dergisi ortaya çıkmış ve bunlar pozitivist felsefenin ülkeye girdiği sınır kapıları olmuştur (Özlem, 2007, 459). Servet-i Fünûn dergisinin dördüncü sayısında Ernest Renan’ın ‘‘İlmin Geleceği’’ eseri okuyucuya sunulmuştur. 

Derginin altıncı sayısında realizm akımının temsilcilerinden Emil Zola, dördüncü ciltte de Guy de Maupassant tanıtılır ve kendilerinden övgü ile söz edilir. Realizm akımına ilgi duyan derginin yayınları da bu sebeple realizmin ve temsilcilerinin etkisinde olmuştur. Nitekim Edmond de Goncourt’un (1882-1896) ölümü dergi tarafından büyük bir kayıp olarak ifade edilmiştir (Korlaelçi, 2009, 216).

Ulum-i iktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası Ahmet Şuayb, Rıza Tevfik ve Mehmet Cavit tarafından kurulmuştur. Korlaelçi’ye göre Türkiye’de ilk felsefi denilebilecek harekettir. Kuruluş amacı, genelde Avrupa’daki fikirlerin ülkeye aktarılması özelde ise Comte ve Le Play’in fikir ve eserlerinin tanıtılmasıdır. Hüseyin Cahit de ‘‘Edebiyat, Haric-i Edebiyat’’ isimli bir makale ile görülüyor ki pozitivizme yakın bir isimdir. Nitekim ‘‘Hikmet-i Bedayî’ye Dair’’ isimli makaleleri ile de Taine’in sanat felsefesini okurlarına anlatmıştır. Ziya Gökalp ve Necmeddin Sadık’ın yönettiği İçtimaiyat Mecmuası da pozitivizme sosyal bilimler bağlamında bakan bir yayın politikası ile hareket etmiştir. 

Bu anlamda ülkemizde çıkarılan ilk sosyolojisi dergisi olma ayrıcalığını da üzerinde taşımaktadır. Bu dergi Durkheim’in düşüncelerini yaymaya gayret etmiştir. Necmettin Sadık da ‘‘19. Asırda Fransa’da İçtimaiyat’’ isimli tercümesinde Comte ve Simon’un sosyolojik görüşlerini ve onların sosyolojideki ağırlıklarını anlatır (Korlaelçi, 2009, 216).

Korlaelçi’den aktardığımız gibi ülkemizde pozitivizmin edebi akımlarla başlayan serpilişi realizm ve natüralizm temsilcilerinin eserlerinin tercümesi ile devam etmiştir. Bu edebi kişiliklerin görüşleri dergiler aracılığıyla tanıtılmıştır. Bu bağlamda dergiler önemli bir fonksiyon görmüştür. 

Daha sonrasında ise edebi akımların dışında felsefi ve sosyolojik dergilerin de yayına başlayarak fikri düzeyde gelişimin direkt olarak aktarılmaya başlandığı görülmektedir. Dönemin ruhunun da Aydınlanmacı aklı öne çıkaran etkisi ile filizlenen bu edebi akımlar düşün hayatında dominant bir hale gelmiştir. Kimi zamanlarda o fikri benimsemese dahi o alanda tercümeler yaptığını gördüğümüz şahsiyetler de vardır. Biz bu makalede bu geniş girişten sonra Türkiye’de pozitivizmin temsilcilerini ele almaya ve aktarmaya çalışacağız. 

Beşir Fuat

Beşir Fuat Türkiye’de pozitivizm akımının önde gelen temsilcilerinden birisidir. İçerisinde fenni barındıran bir edebiyat hayali içerisinde olan Beşir Fuat, pozitivizm ile materyalizmin karşılaştırmasını yapmakta olan bir fen ilminin şiirden üstün olduğu görüşündedir. Kendisi ayrıca edebiyatta realizm akımını Türkiye’ye aktarmaya çalışmıştır. Fen ilimlerini de matematiksel olarak dönemin değişen bilim anlayışına uygun bir şekilde anlamıştır. Ülkeye yapılacak hizmetin fen ilimleri ile yapılacağını düşünen Fuat, fenne yapılan hizmetin ülkeye yapılacak hizmet ile eş değer olduğu kanaatindedir (Korlaelçi, 2009, 216-217).

Beşir Fuat, Comte ve Spencer’ı kendisine rehber kabul etmiş ve görüşlerini benimsemiştir. Comte ve Littre kendisine göre 19. Yüzyılın fikri hâkimleridir. Metafizik düşünceyi kabul etmez. İntiharı bile deneyimlemekten çekinmemiş olan Beşir Fuat, pozitivist düşüncenin ülkemize girmesinde öncü isimlerden bir tanesi olmuştur (Korlaelçi, 2009, 217). Beşir Fuat’ın hem Comte hem de Spencer’ı kendisine rehber edinmiş olması bugün bakıldığında dönemin yüksek kabul görmüş fikirleri olması dolayısıyla anlaşılabilir. Beşir Fuat’ın sosyal Darwinizm’i makul bulmuş olması mümkündür. Ülkenin geriye gittiği bir dönemde güçlü olanın ayakta kalacağı şeklindeki görüşü benimsemiş olması muhtemeldir. Ayrıca Osmanlı’nın tarihteki güçlü olduğu dönemleri bu şekilde okumanın da tercih edilmiş olması muhtemeldir. 

Ahmet Rıza

Ahmet Rıza, Comte’un talebesi sayılabilecek bir isim olmakla birlikte Pierre Laffitte’i kendisine üstat olarak kabul etmiştir. ‘‘Reveu Occidentale’’nin ikinci serisinin 19. cildinde yer alan listede pozitivizmin Türkiye temsilcisi olarak kaydedilmiştir. II. Abdülhamid’e yazdığı bazı mektuplarda pozitivizmi telkin etmiştir. Comte’un sosyal statik görüşünü temel alarak tespitlerde bulunmuştur. Yazdıklarında bu etki görülür. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organı Meşveret’te Comte’un takvimini uygulamaya sokmuştur (Korlaelçi, 2009, 217).

Ahmet Rıza din ve dini düşünüş ile mücadele edilmesi gerektiği fikrine sahip birisidir. Paris’ten kız kardeşine yazdığı mektuplarında bu yaklaşımı görmek mümkündür. Nitekim mektubundan aktarılan şu ifadesi ile anlatılmak istenenden kasıt hâsıl olacaktır. ‘‘Ah Fahriyecigim seni, anlamayarak okuduğun Kur’an’dan, dünyadan ve ne olduğunu bilmeyerek inandığın cennetten, hâsılı itikadında ne kadar mukaddes şey varsa hepsinden ziyade severim…’’ (Hanioglu, 1985, 48’den aktaran Korlaelçi, 2009, 217).

Ancak tüm bunlara rağmen yine de çelişkilere sahip birisidir. Paris’teki mektuplarının aksine ülkeye geri döndüğünde mecliste beş vakit namazlarını kıldığı aktarılmıştır. Ayrıca bununla birlikte bir eserinde, kadınların bağımsızlıklarını İslam medeniyetine borçlu olduğunu da söylemiştir (Rıza, 1982, 186-7’den aktaran Korlaelçi, 2009, 218). Kendisinin Paris’tekinin aksine ülkede dindar birisi gibi davranmasını, Müslümanlara pozitivizmin din aleyhtarı bir şey olmadığını anlatmak için olduğu şeklinde açıklayanlar olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda pozitivizmin bir din haline geldikten sonra İslam’ın bir kenara bırakılabileceğini ifade etmiştir (Hanioğlu, 1985: 621’den aktaran Korlaelçi, 2009, 218). Bu açıdan Rıza’nın fikirlerinin Paris’te daha keskin bir hal almış olmasının da belli sebepleri vardır. Şen’in de ifade ettiği gibi Fransa’da eğitim alan kişilerin din ile kurdukları ilişkinin mevcut eğitim alanının (Paris) din karşıtlığı üzerine kurulu olması hesaba katıldığında durum garip karşılanmayacaktır (Şen, 2006, 276). Pozitivizmin dünya vatandaşlığı görüşünü kabul eden Ahmet Rıza, ne aşırı milliyetçi ne de yabancı düşmanı olduğunu söyler (Rıza, 1922, 5’den aktaran Korlaelçi, 2009, 218). 

Salih Zeki

Salih Zeki Comte’un kurmuş olduğu pozitivist felsefe içerisinde olayların açıklamasının başka olaylar dizisi ile yapılmasını ve ilk sebeplerle açıklanamama konusunu anlatan kişi olmuştur. Bir anlamda nedensellik konusunun anlaşılması için uğraşmıştır. Sebep sonuç ilişkisi verilmeye gayret edilmiştir. Bunun yanında en doğru felsefenin olaylar arasındaki ilişkilerin ve kanunların keşfedilmesi olduğunu düşünmüştür. Neden olaylar bu şekilde cereyan ediyor sorusu yerine yalnızca nasıl oluyor sorusunu anlatmayı ve düşünmek gerektiği kanaatini taşımaktadır. Bununla birlikte Salih Zeki pozitivist düşünceyi benimsemiş olsa da herhangi bir temsilcisinin ateşli savunucusu olmamıştır. Bilimciliği öne alan bir pozitivizmi aktarmak ile yetinmiştir (Korlaelçi, 2009, 219).

Rıza Tevfik

Korlaelçi’ye (2009, 219-220) göre, Rıza Tevfik hem felsefe ile meşgul olmuş hem de Spencer’ın sağlam kafa sağlam vücutta bulunur ilkesini ülkede yaymaya çabalamıştır. İngiliz pozitivist filozoflardan etkilenen Rıza Tevfik, Herbert Spencer’ın ateşli bir tilmizidir. Darwin ve John Stuart Mill gibi birçok düşünürün fikir ve eserlerini insanlara aktarmış, onların anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışmıştır. Bununla birlikte bu eserleri yer yer de tenkit etmiş ve eleştirmiştir. Spencer ve Mill’in ortaya koyduğu felsefenin kendi felsefesi olduğunu ifade eder. Mill’in özgürlük düşüncesini bir mihenk taşı olarak gören Tevfik, ‘‘Hükümet ve Hürriyet Hakkında Spencer’in Felsefesi’’ başlığı ile John Stuart Mill’in siyaset felsefesini anlatmıştır. Herbert Spencer’ın Aristo’nun tabiat-ı eşya görüşlerini yıktığını ve bu felsefeden kaynaklanan sorun ve hataları da zihinlerden silmek için çalışan birisi olduğunu iddia etmiştir.

Beşir Fuat gibi Rıza Tevfik de metafiziği reddetmiştir. İlimler tasnifinde Comte’u değil Spencer’ı kabul etmiştir. Kulağa her ne kadar çelişkili geliyor olsa da Spencer’ın agnostizmini Kuran’dan ayetlerle doğrulamaya çalışmış birisidir. Kendisinden alıntılayacak olursak Spencer’ı şöyle anlatır, ‘‘Biz bu adamı maa’l- memnuniye kabul edebilirdik, zira söylediği sözler: (Onun zatından başka her şey yok olmaya mahkûmdur), (Allah’tan başka bakî yoktur), (Onun misali gibi hiçbir şey yoktur) ve (Allah birdir) gibi Kelimat-ı Celilenin tamamen aynıdır’’ (Korlaelçi, 2009, 220). Bu kısımda belirtmek gerekir ki eskiden Comte ile Spencer arasında ayrım olmaksızın yapılan kabul edişler zamanla aralarındaki farklılıkların bilincinde olmaya doğru ilerlemiştir. Yine bu dönemde pozitivist görüşün çoğu temsilcisinin metafiziği reddederek işe başladığını görüyoruz. Pozitivizmin en yalın halinde bu durum gayet anlaşılırdır.

Hüseyin Cahit Yalçın

Hüseyin Cahit de Mill’in ‘Hürriyet’, Renan’ın ‘İsa’nın Hayat’ı’, Taine’nin ‘İngiliz Tarihi Edebiyatını’ ve Emile Durkheim’ın ‘Din Hayatının İptidai Şekilleri’ kitaplarını Osmanlıca’ya çevirmiş bir kişidir. Bu çeviriler o dönem için bir ilk olması hasebiyle oldukça mühimdir. Pozitivist felsefe ile münasebeti lise döneminde başlamış olan Yalçın’ın, kendisini kurtaran şeyin Fransızca bilmesi ve Batı kültürü olduğunu belirtir. İlk etapta kendisine Taine ve Paul Bouget’i rehber edinen Yalçın’ın ilerleyen dönemde Bouget’in krallık ve papazlık taraftarlığı yapması üzerine kendisine olan yakınlığını kaybetmiş ve kendisine tek rehber olarak Taine’i seçmiştir. Hüseyin Cahit, pozitivist felsefi düşüncesinin ülkemizde edebiyat üzerinden öne çıkması açısından önemli bir örnek olmuştur (Korlaelçi, 2009, 220).  

Hüseyin Cahit örneğini önemsememiz gerekmektedir. Bunun nedeni yapmış olduğu çevirilerin o gün ilk defa yapılmış olması ile birlikte, çeviri yapmak üzere tespit ettiği eserlerin kendi değerlerinin yüksek oluşudur. Bununla birlikte Hüseyin Cahit Yalçın’ın Bouget’i ilk olarak bir rehber edinip daha sonrasında ise görüşlerindeki farklılıklar nedeniyle terk etmesi basit bir şey değil bize bir şeyler anlatan bir durumdur. O günün Osmanlı entelektüelinin özelde Yalçın’ın meselesinin kişi bazlı değil düşünce bazlı olduğunu göstermektedir. Birisinin arkasından gözlüklerini takmış bir şekilde gitmek yerine, düşüncesini belli şekilde pekiştirerek o düşünce süzgecinden hareket ettiğini göstermektedir.  

Ahmet Şuayb

Ahmet Şuayb, Servet-i Fünûn içindeki en güçlü felsefeci ve tenkitçi olarak bilinir. Hukuk mektebinde öğretmenlik görevini üstlenmiştir (Korlaelçi, 1998, 55). Comte’u, Descartes’dan sonra dönemin en güçlü fikir hizmetçisi saymıştır (Şuayb, 1329, 133’den aktaran Korlaelçi, 2009, 220). Ancak her şeye rağmen en çok Taine’den etkilendiği ve görüşlerini ateşli şekilde savunmuştur. Hatta Asaf Nafi’nin Şuayb’in kendisine yapılan eleştirilere sessiz kaldığı ama Taine’e yapılan eleştirilere tahammül göstermediği aktarılır (Korlaelçi, 2009, 220-221).

Şuayb’in aktardığı şekli ile Taine için insan ahlaki bir varlıktır. Bu açıdan astronomi, fizik, kimya vb. ilimler insanlara ahlak dersi veremezler. Ahlak, insanların kendi nefisleri ve başkaları için yapmaları gereken vazifelerdir (Şuayb, 1329, 149’den aktaran Korlaelçi, 2009, 221). İnsanların başkalarını kendisini sevdiği için seveceğini, kendisini sevmeyen birisinin de başkalarına karşı da hissiz olacağını ifade etmiştir. Eğer bu sevme denen duygu olmasaydı ahlak denen şeyin de olmayacağı yönündeki Taine’in görüşlerini aktarmıştır. Ayrıca burada herhangi bir metafizik durumun olmadığını da iddia etmiştir (Korlaelçi, 2009, 221). Burada ahlakı seküler bir tarzda kurma çabası olsa da merhamet, şefkat gibi şeylerin de denklem olarak karşılığı yoktur. Tamamen pozitivist ve seküler bir vicdan açıklaması elde etme girişimi her zaman tartışmalara açık olmuştur. Ancak Şuayb gibi isimlerin bu dönemde metafizikten kopmuş olsalar da yine bu tip bir etik arayışında oldukları görülmektedir. Bunun bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması çok uzun sürmemiş ve bir arayış içerisine girildiği anlaşılmıştır.

Ahmet Şuayb pozitivizmi derli toplu okuyucuya sunan ilk yazarlardan biridir. İlk ele almış olduğumuz Beşir Fuat pozitivizm ile materyalizm arasındaki farkları belirtmiş, pozitivizmin felsefi yönünden çok edebi yönünü öne çıkarmıştı. Ahmet Şuayb de, pozitivizm üzerine ilk telif eser olan ‘‘Hayat ve Kitaplar’’ adıyla bir kitap kaleme almıştır. Kitap pozitivist düşünceyi felsefi, edebi ve tarihi yönleriyle anlatmaya yöneliktir. Ancak işin sonunda Şuayb’in de önceki pozitivist yazarlarımız gibi ithal eden ve nakil eden misyonun dışına çıktığını söylemek mümkün değildir (Korlaelçi, 2009, 221).

Ziya Gökalp

Ziya Gökalp İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideolog kadrosunda yer alan Türkiye’de sosyolojinin kurumsallaşmasına önderlik etmiş bir kişidir. Ziya Gökalp okumalarını Bergson ve Durkheim üzerine yoğunlaştırmışsa da zaman içerisinde Durkheim üzerinde daha fazla durmuş ve onun görüşlerinden etkilenmiştir. Kendisine verdiği önemi, kimya alanındaki devrimsel gelişmelerin önünü açan Lavoisier’den önceki kimya tam bir kimya, Bichat ve Claud Bernard’dan evvelki garziyat hakiki bir garziyat olamayacağı gibi, Durkheim’dan evvel de içtimaiyat yani sosyolojinin tam bir sosyoloji olamayacağı şeklindeki sözleri ile ifade edebiliriz. Çünkü Durkheim sosyolojinin kurumsallaşmasını sağlamış kişidir. Sosyolojiyi tam teşekküllü bir bilim haline getirmiş, metodolojik düzenlemeleri gerçekleştirip pratik etmiştir. Durkheim öncesinde içtimaiyat felsefe veya psikoloji gibi ilimlerin çevresinde yardımcı alt alan gibi gözükmekteydi (Korlaelçi, 2009, 221).

Gökalp ‘‘Din ile İlim’’ isimli şiirinde Comte’un üç hal kanununu İslami geleneğe uyarlamaya gayret göstermiştir. Korlaelçi’ye göre 1920’lerdeki Gökalp’in yazıları dini bir muhteva içeriyordu. Dinin ahlaka yönelik vurgusunu öne çıkaran Gökalp, ahlakın önemini dile getirirken, kıymetli olanın dini olanda olduğunu ve dini olanın öne çıkardığı ahlak konusunun da bu açıdan değerini anlatmaya gayret göstermiştir. Bu bağlamda Gökalp’in Durkheim’cı pozitivizmin toplumu bir ahlak olarak ele alan yaklaşımını din ile uyum içerisine sokma çabası içerisine girmiştir (Korlaelçi, 2009, 221).

Gökalp diğer isimlerden farklı olarak, din veya geleneksel olan ile pozitivizmi birbirine uyarlama çabasında en başarılı olmuş kişidir. İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte de görüşlerinden sıkça faydalanılmıştır. Gökalp’in bu çabası değerlidir. Çünkü o günkü mevcut durumda bir entelektüel olarak sorunlarla yüz yüze gelmekten çekinmemiş ve düşünsel olarak sorunların çözümü için çaba harcamıştır. Nitekim pozitivizmi kendi toplumunun kültürüne uyarlama çabası da bu açıdan değerlendirilmelidir. Gökalp ve yine benzer dönemdeki Osmanlı entelektüelini bazen oryantalist bazen de self-oryantalist bir şekilde mahkûm etmek insaflıca bir davranış olmayacaktır. Bu yeni geçiş döneminde bu tip çabalar yalnızca bizim ülkemize özgü değildir. Modernleşmenin beşiği Avrupa’da da benzer sorunlar ortaya çıkmış ve bu sorunlarla her ülkenin kendi entelektüel ve bilim insanları uğraşmış, modernliğin getirilerini toplumsal olana uyarlama çabasına girişmişlerdir. Nitekim sosyolojinin dahi ortaya çıkışı bununla bağlantılıdır.

Pozitivist görüşü aktaranların hiçbiri pozitivizme karşı eleştirel bir yaklaşım benimsememişti. Çoğu düşünür, pozitivist düşünce içerisinde tilmizliğini yaptıkları filozoflara iltifatlar ederek, eserlerini ülkemize uyarlamıştır. Pozitivizme yönelik Batı kaynaklı hatta pozitivizmin kendi içinden eleştirilerin bile görmezden gelindiği bir durum söz konusudur. Türkiye’de pozitivist görüşü eleştirenler İsmail Fennî (Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, 1928) ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi İslâm âlimleri olacaktır. Paul Janet ve Gabriel Seaille gibi Batılı isimlerin pozitivizm eleştirileri bu isimler tarafından aktarılacaktır (Korlaelçi, 2009, 222).  

Pozitivizme yönelik eleştiriler Batı’da yalnızca dini çevrelerce değil farklı felsefe okulları ve ideolojilerden olmuştur. Nitekim Batı’da pozitivizmin eski itibarını sarsan ve popülaritesini yitirmesine neden olan da bu tip eleştirel okulların ve pozitivizme karşı fikirlerin kendilerine yer edinmesidir (Özlem, 2007, 462).

Değerlendirme

19. yüzyılın sonları ile birlikte pozitivist felsefenin Osmanlı’ya ithal edilmesi ve yönetici elitlerin üzerindeki etkisi, İmparatorluğun modernleşmeye geçiş çabalarından bağımsız değildir. Osmanlı’nın savaş yenilgileri, askeri alanda yenileşmeye yönelme eğiliminin en büyük göstergesi olmakla birlikte Osmanlı’nın diğer kurumlarının da sorgulanmasına sebep olmuştur. Ayrıca bu yenileşme çabası içerisindeki Batı’nın algılanış biçimi de paradigma değişimine neden olmuştur. Avrupa bir düşman olarak görülmeye devam etse de Osmanlı’nın elitlerinin zihinlerinde zaman içerisinde bir model halini de almıştır (Kabakçı, 2014, 55).

Bu süreci değerlendirirken dikkate alınması gereken, Batı’nın ithalinde ön saflarda bulunan İttihat Terakki Cemiyeti’nin programındaki hassasiyetler doğrultusunda Osmanlı elitlerinin pozitivizmle olan ilişkisi yeniden yorumlama şeklindedir. Yeniden yorumlama şekli Kabakçı’ya göre çift yönlü işleyen bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun birincisi, pozitivizmin geleneksel değerler bağlamında değerlendirilerek yeniden yorumlanması ve Osmanlı siyaseti ile uyumlu hale getirilmeye çalışılmasıdır. Diğer yönü ise Osmanlı ve İslam tarihi ve düşüncesinin pozitivizm ışığında yeniden okunma ve yorumlanmasıdır (Kabakçı, 2014, 56).

Peki, neden batılılaşma denilince yalnızca bu tip bir pozitivist düşünüş biçimi ortaya çıkmıştır? Başından itibaren ele aldığımız konular Batı’nın askeri olarak bizden ileride olduğunu fark etmemiz ile geldiğimiz Batı’yı gözlemleme hali içerisinde birçok farklı örnek olmasına rağmen, Alman örneğindeki romantizm ya da farklı akımları değil de, yalnızca pozitivizm üzerinden hareket ettik. Bu durum bizim Fransa ile kurmuş olduğumuz yakın ilişkiler ile ilgili olmakla birlikte bir yandan da bir tercih konusudur. Bu anlamda pozitivist yaklaşımın sağlayacağı hem bir toplumsal değişim, dönüşüm ve kalkınma hem de bir çeşit siyaset arayışına cevap olarak karşımıza çıkacaktır. Şen, bu konuyu topyekûn değişim olarak özetlemektedir. Çünkü dönemin itibar sahibi olan tek yaklaşımının Batılılaşma olduğunu söyler. Aksi aykırı örnekler, gelenek, din vb. her türlü şey ortadan kaldırılmalıdır görüşü hâkimdir (Şen, 2006, 279).

Osmanlı yönetici elitleri ve aydınları pozitivizme modernleşme sürecini destekleyecek unsurlar barındırması ve bu unsurları yeniden yorumlayarak içselleştirmeyi planlayıp, devleti kurtarmayı sağlayabileceğine inandıkları için yönelmiştir (Kabakçı, 2014, 56). Sosyolojinin bir disiplin olarak inşa edilme sürecinde de etkili olan pozitivizmin Osmanlı’nın modernleşme çabalarında da etkisini göstermiştir. Nitekim Şen’in de ifade ettiği gibi sosyoloji toplumun inşa edilmesi, yeniden yapılanması ve siyasal rejimin tesis edilmesinde iktidarlar tarafından kullanılmıştır. Dünyada ilk sosyoloji kürsülerinden birinin 1913 yılında Türkiye’de açılmış olması İttihat Terakki’nin ilerleme ve modernleşme bağlamında toplumsal bir düzen arayışı arasında bir ilişki söz konusudur. Cumhuriyet’in de ilerleme adına toplumsal mühendislik projesi olarak pozitivizmi temel alması oldukça anlamlı bir hamledir. Çünkü sosyoloji yalnızca yöntem olmanın ötesinde içerisinde siyasi yönetim prensiplerini de taşımaktadır (Şen, 2011, 188).

Bu pozitivizmin ithali ve yeniden yorumlama süreci de oldukça dinamik bir süreç olarak ilerlemiştir. İthal edilen düşünce ve kurumlar Osmanlı’nın kültürel odağı dikkate alınarak, devletin iç şartları hesap edilerek geleneğe uyumlu hale getirilmek istenmiştir. Ayrıca Batı kültürü ile Osmanlı arasındaki teması sağlayan kişilikler ve toplum içi konumları da bu modernleşme sürecinde oldukça önemli bir etkendir. Özellikle Kabakçı, Ahmet Rıza’nın kişiliğinin, eğitiminin, aile çevresinin ve Osmanlı ve Fransa’daki ilişkilerinin pozitivizmin ülkeye girişinde önemli bir rol oynadığını söyler (Kabakçı, 2014, 57). Pozitivizmin ülkeye girişinde etkili olan kişileri ele aldığımız bölümde de ifade ettiğimiz şekliyle kurumsal bir değişim olsa da kişilerin öne çıktığı bir süreç olmuştur. İlk olarak elçiler yoluyla etkileşim daha sonrasında edebi alandaki tercümeler ile akımların ülkede tanıtılması şeklinde devam etmiştir. Dergilerin bu süreçte etkili olduğu bir dönem yaşanmıştır. Zamanla felsefi düşünce ve sosyolojik dergilerin de ortaya çıkışı ile Batılı pozitivist fikir insanlarının düşünceleri direkt olarak topluma aktarılmıştır. Fransa’ya giden hem elçiler hem diğer entelektüellerin pozitivist fikir insanları ile olan etkileşimleri ve dergiler aracılığıyla yazmış oldukları yazılar sürecin ne kadar dinamik bir süreç olduğunu göstermektedir. Dergilere yazılan yazılar her ne kadar etkileşimlerin etkisi ile olsa da bu yazılar ekseriyetle toplumun geleneği ve öncelikleri dikkate alınarak devleti kurtarmak amacıyla yazılmıştır.

Bununla birlikte bu alandaki literatüre yönelik bir eleştiriyi de ortaya koymalıyız. Osmanlı eğitim ve düşün hayatını konu alan makale ve kitapların bir takım sorunlar içerdiğini ve bu sorunların aslında rahatsızlık uyandıracak boyutlarda olduğunu ifade etmek gereklidir. Çünkü bu tip incelemelerin çoğu bilimsel düşüncenin gelişmemiş olduğu Osmanlı toplumu varsayımı ile hareket etmektedir. Ardıç’ın da ifade ettiği gibi bu tip varsayımlar oryantalist bir tını bırakmaktadır. Osmanlı’da medrese geleneği inişli çıkışlı da olsa beş yüz yıllık bir sürede hâkim olmuştur. Osmanlı içerisindeki bu bilim geleneğinin yeterince ortaya çıkarılamamış oluşu tarihçilerin sorunudur. Bu tip yargıların tartışmasız kabul edilerek Osmanlı hakkında genellemelere başvurmak indirgemeci ve toptancı bir yaklaşıma yönlendirmektedir (Ardıç, 2011, 223).

Osmanlı modernleşmesini ele alırken bu modernleşmenin pozitivizmle karşılaşması sonucu gelenek ile yaşanan gerilimin Osmanlı ve aydınlarına yönelik bir sorun olduğu şeklinde yorumlanması indirgemeci ve toptancı bir yaklaşımdır. Bu durum Osmanlı’nın ve Osmanlı aydınının sorunu değildir. Bu fikir akımlarının kabulü ya da reddi üzerindeki tartışmalar başka bir boyutta ele alınabilir ancak Avrupa’da modernleşmenin başlangıcında da benzer gerilimlerin yaşandığını unutmamak gereklidir. Avrupa’da modernleşmenin hayata geçirildiği dönemlerde de aydınlar aynı yolu izlediler. Onlar da yeni fikir ve teorileri aynı şekilde kendi gelenekleri içerisinde ele alıp uyumlu hale getirmeye çalıştıkları gibi bir takım sorunlar da yaşadılar. Özellikle Darwinizm konusu gündeme geldiğinde içerisinde yaratılış konusu da olduğu için büyük gürültüler koparmıştır. Nitekim buradan zaman zaman yanlış enformasyondan çoğunlukla da ideolojik sebeplerden ötürü din-bilim çatışması tezi üretilmek istense de Osmanlı aydınlarının bu konuda yeni akım ve teorilere oldukça açık fikirli bir biçimde yaklaştığını söylemek gerekir.

1859 tarihinde Darwin’in yazmış olduğu Türlerin Kökeni isimli kitap yazıldığı dönem itibariyle Avrupa’yı etkisi altına almıştır. Bu kitabın ortaya çıkarmış olduğu etki ve yeniden gündeme getirdiği yaratılış meselesi Osmanlı’ya çok erken dönemde gelmiştir. Osmanlıca literatüre 1860’lı yılların sonundan itibaren girmeye başlayan evrim konusu Osmanlı entelektüelleri tarafından ilgi gören bir kuram halini aldı (Alkan, 2009, 4).

Osmanlıca literatüre girişinin ardından aydınlarca evrime gösterilen ilgi tartışmaya orijinal bir katkı sunmanın ötesinde tartışmanın takip edilmesi ve okunmasına yönelik bir ilgidir. Bununla birlikte Alkan’a göre evrim konusunu Osmanlıca literatüre ilk kimin soktuğunu belirlemek zordur. Fakat Ali Suavi, bir evrimci ve materyalist olan Büchner’i Osmanlı toplumuna ilk tanıtan kişi olmuştur (Alkan, 2009, 4).

Ali Suavi, Ulum dergisinin 17. Sayısında kaleme aldığı “Mezahib-i Felsefiye der Avrupa” başlıklı yazısında Büchner’i Fransa’da ehl-i hissin peygamberi olarak tanıtmıştır. Bu makalenin bir alt başlığı da ‘‘materyalist’’ olmuştur. Bu dönemde bilimsel gelişmeler ile geleneksel dini ve kültürel dünya görüşü arasında çelişkiler oluşmaya başlamıştır. Ahmet Mithat Efendi de Dağarcık dergisinde hem yeni bilimsel gelişme ve fikirleri aktarıyor hem de geleneksel dini düşünce ile oluşan çelişkileri izah etmeye, uyumlaştırmaya çalışıyordu (Alkan, 2009, 5).

Ardıç’ın da ifade ettiği gibi Elmalılı Hamdi Yazır’ın Fatiha Suresi tefsirinde Darwinizm’in İslami kozmolojiyle uyumlu olduğunu ortaya koyma ve o günkü modern kavramları din ü devletin bekası için İslamileştirmek için ortaya koyduğu çaba samimi bir çabadır. Almanya’da da 19. Yüzyılda Darwinizm ile Hristiyanlık çatıştırılmak yerine bunların birbirlerine ne kadar uyumlu olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan Batı’nın tek merkez kabul edilerek Osmanlı aydınının da ona ne mesafede durduğu üzerinden meseleleri ele almak hakkaniyetten uzaktır (Ardıç, 2011, 224).

 

KAYNAKÇA

Adıvar, Abdülhak Adnan. 1982. Osmanlı Türklerinde İlim. 4. Bs. İstanbul: Remzi Kitapevi.

Alkan, Mehmet Ö. 2009. Osmanlı Darwinizmi. Cogito Dergisi. s. 60-61: 1-26.

Ardıç, Nurullah. 2011. Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm Kitap Değerlendirmesi. Yazar: Atila Doğan. Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi. c.16 s. 31:221-248.

Gavroğlu, Kostas. 2006. Bilimlerin Geçmişinden Tarih Üretmek. Çev. Ari Çokona. 1.Bs.  İstanbul: İletişim Yayınları.

Kabakçı, Enes. 2014. Bir Yeniden Yorumlama Örneği: Ahmed Rıza’nın Pozitivizm’i. Sosyoloji Dergisi. c.3 s.28:27-58.

Korlaelçi, Murtaza. 2009. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1. içinde Pozitivist Düşüncenin İthali. Edt. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil. 8. Bs. İstanbul: İletişim Yayınları. 

Küçük, Serhat. 2020. Türk Düşünce Tarihi içinde 5. Bölüm: 19. Yüzyılda Reformlar ve Düşüncenin Gelişimi. Edt. Esra Yakut. 1.Bs. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. E-ISBN: 978-975-06-3749-0.

Mardin, Şerif. 1991. Türk Modernleşmesi. 1.Bs. İstanbul: İletişim Yayınları.

Özlem, Doğan. 2007. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 3. içinde Türkiye’de Pozitivizm ve Siyaset. Edt. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil. 4. Bs. İstanbul: İletişim Yayınları. 

Şen, Hasan. 2006. Felsefe ve Sosyal Bilimler içinde Türk Modernleşmesine Kavramsal Bir Bakış. 1. Bs. Ankara: Vadi Yayınları.

Şen, Hasan. 2011. Klasik Dönem Sosyolojinin Politik Muhtevası ve Bunun Nedenleri. Liberal Düşünce Dergisi. c.16 s. 63: 179-189. 

[1] ”Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, 1838’de II. Mahmud’un kurduğu, reformları planlayıp icrasını denetleyen yüksek yasama ve yargı organıdır” (Küçük, 2020, 105).

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol