Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bilgi Sosyolojisinde İleri Tartışmalar: Kuhn ve Güçlü Program

Yazar: Abdulkadir Öncel

Kuhn

Kuhn’un çalışmaları Ortodoks bilimsel yaklaşımın bir eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Kuhn bize bu çalışmalarla bilim adamlarının yaşadıkları dönemi ve bulundukları çevreyi yansıttıklarını anlatma gayreti içerisinde olmuştur. Böylelikle Ortodoks bilim anlayışının tersine bilim adamlarının aslında sanıldığı kadar rasyonel, yalıtılmış ve değer yargılarından uzak bir çevrede çalışmadıklarını gösterir.

Bilim adamları da saf bir objektiflik içerisinde değillerdir. Onlar da bilim yaparken diğer insanlar gibi psikolojik ve sosyolojik süreçlerin içerisindedirler.   Sismondo (2015, 26) Kuhn’un çalışmalarını özgün ve olağandışı etkiye sahip bulur. Kuhn çalışmalarında fikirlere yönelik rasyonalist vurguyu, teorilerin doğası ve anlamına yönelik pozitivist bakış açısını ve Wittgenstein’ın yaşam biçimleri ve algı ile ilgili düşünceleri ile şekillenmiş bilim betimlemelerini ele alır.

‘‘Kuhn’un kitabında bilim sadece bilim insanlarının yaptıkları şeydir. Düzenli ilerleme fikrini reddeden Kuhn’a göre devrimlerle sonuçlanan normal bilim dönemleri vardır’’ (Sismondo, 2015, 26). Kuhn (2016, 188) Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi makalesinde normal bilim dönemi için bir bulmaca çözme sürecidir der. Bu dönemde bilim insanları çözmeye çalıştıkları problemleri mevcut kabul gören paradigma içerisinde çözmeye gayret gösterir. Bunu paradigma kavramı ile açıklarken, bilimin en çok gelişim gösterdiği dönemin de bu normal bilim dönemi olduğunu belirtir.

Bu açıdan Kuhn normal bilim dönemini dogmatik bulur. Yeniliğe karşı bir direnç söz konusudur. Mevcut kabul gören paradigma içerisinde bilim insanları çalışmalarını yaparlar. Bilimin ilerleyebilmesi için bu dogmatik sürece ihtiyaç vardır. Bu dönemde problemlerin veya aksaklıkların paradigmadan değil çalışma sürecinin içerisindeki unsurlardan kaynaklandığı düşünülür.

Normal bilim dönemlerinde çözülemeyen paradigmayı aşan sorunlar ortaya çıkar. Çözülemeyen sorunlar anomaliler olarak ifade edilir. Normal bilim yapma aktivitesinin akamete uğradığı bu kriz dönemlerinde bilim insanları çözülemeyen sorunlar karşısında farklı arayışlar içerisine girerler. Bu süreçte çözülemeyen sorunlar sonuç itibariyle paradigma değişikliğine sebep olur. Kuhn’a göre normal bilim döneminin dışına çıkılan dönemler oldukça kısıtlı süreler içerisinde gerçekleşen devrimsel süreçlerdir. Bilimsel ilerlemenin birincil olarak birikimle değil, kabul edilen bir teorinin devrilmesiyle ve onun yerini daha iyi bir teorinin almasıyla gerçekleştiğini söyler. (Kuhn, 1999, 5).

‘‘Kuhn, yanlışlamacıların aksine, anomalilerin genellikle görmezden gelindiğini, sadece devrimler sırasında bir teoriyi reddetmeyi meşrulaştırmak için kullanıldıklarını öne sürer’’ (Sismondo, 2015, 39). Popper’ın yanlışlamacı, eleştirel yaklaşımının da normal bilim süreçlerinde geçerli olmadığını düşünür. ‘‘Bilim adamları eleştirel düşünceyi sadece rekabet halindeki teorileri seçmek zorunda olduklarında benimserler.

Sadece o dönemde Popper’ın bahsettiği eleştirel düşünür gibi davranırlar’’ (Kuhn, 1999, 6-7’den aktaran Bilgili, 2013, 53). Nitekim bu konuda Kuhn rasyonel şekilde belli bir paradigma içerisinde çalışan bilim adamlarının yöneliminin eleştirel yaklaşım değil tam tersine paradigmaya uyum olduğunu iddia eder. Normal bilim dönemi için oldukça makbul olan da bu şekilde ortaya konan hipotezin ve deneyin eldeki paradigmaya uyumlu olmasıdır.

‘‘Dahası Kuhn bir paradigmanın diğerinden üstün olmadığını, paradigmaların kıyaslanamayacağını da belirterek evrensel bir doğruya ulaşmanın güçlüğüne dikkat çeker. Bu durumda bilim adamlarının objektif olması tamamıyla imkânsız olmaktadır’’ (Bilgili, 2013, 65). Bu, Kuhn’un en çok eleştirildiği noktadır. Rölativistlerin en sevdiği aşama olsa da kendi içinde çıkmazlara sahiptir. Ortaya konan iddianın analitik olarak incelenmesi gerekirse, Kuhn’un bir paradigmanın ötekinden üstün olamayacağı iddiasının temellendirilmesi çoğunlukla fizikte hala Newton’un yasalarının işlevsel olduğu şeklindedir.

Ancak birbirlerini yanlışlayan paradigmalar olduğunda bu durum bize bir paradigmanın diğerine göre eldeki mevcut sorunun çözümünde daha işlevsel olduğunu gösterebilir. Hatta önceki paradigma ulaşılan problemin çözümüne hiç yanaşamıyor bile olabilir. Bu gibi durumlarda bir paradigmanın diğerine göre daha üstün olduğu şeklinde bir çıkarım yapılabilir. Diğer taraftan eğer Kuhn’un evrensel bir doğruya ulaşmanın imkânsız olduğu şeklindeki görüşünü kabul edersek, suyun kaynama derecesinin farklı paradigmalarda farklılık gösterebileceği şeklinde bir düşünceyi de kabul etmek zorunda kalırız.

Ayrıca başka bir paradigma bize suyun kaynama derecesine dair hatalı bir şey söylüyorsa da -Kuhn’un karşılaştırılamazlık ilkesi nedeniyle- biz onun hatalı olduğunu söyleyemezdik. Bu gibi iddialar Kuhn’daki rölativist yönü göstermektedir. Fakat bu analizin son kısmında söylemek gerekir ki Kuhn’un bilim adamlarının objektif olduğuna yönelik itirazı anlamlıdır. Çünkü Kuhn, Ortodoks bilim anlayışının bilim insanları için resmettiği o hiçbir psikolojik ve sosyolojik süreçten etkilenmeyen insanüstü varlık çerçevesini yıkmıştır. Sorgulanmaz bilim insanları yerine kimsenin bir imtiyazının olmadığı ve kritik edilebildiği bir bilimsel düşünceyi imkânlı hale getirmiştir.  

Kuhn’un bunun yanında keşif ve gerekçelendirme arasındaki ayrımı reddetmesi (bir fikri düşünme esnasındaki psikolojik süreç ile gerçeğe olan iddiasını gerekçelendirmenin mantıksal süreci arasında ayrım yapabileceğimizi reddetmek) ve karşılaştırılamazlık düşünceleri vurgulanması gereken noktalardır (Bird, Online Encyclopedia).  İlk etapta konu seçimi ve keşif açısından sosyal faktörlerin bu sürece etkisi daha sonrasında da o keşfin doğruluğunun gerekçelendirilişi de Kuhn’a göre sosyal faktörlere muhataptır. Bu durum, aslında Kuhn’un daha sonrasında reddedecek olsa da bilim açısından oldukça sorunludur. Sismondo, Kuhn’un radikal karılaştırılamazlığını başarısız bulur.

Ayrıca kendisinin bu yöndeki iddialarını hızla terk ettiğini ifade etmiştir. Kuhn bu karşılaştırılamazlık ile yalnızca iletişim kopması ve eksik iletişim ya da çeviri zorluğunu kast ettiği düzeltmesinde bulunmuştur. Eğer karşılaştırılamazlık yoksa paradigmalar arası büyük radikal uyuşmazlıklardan da söz edemeyiz. Ayrıca birçok bilim insanı Kuhn’un bu yaklaşımını devam eden bilimsel süreç içindeki karşılaştırılabilir bilimsel paradigmaları ortaya koyarak eleştirmiştir. (Kuhn, 1970a’dan aktaran Sismondo, 2015, 33). Tüm bu anlatılanlara rağmen yine de Kuhn’un çalışmalarından sosyal ve rölativizme dair etkiler net şekilde görülebilmektedir.

Kuhn eğitim sürecine büyük önem verir. Açıkçası konvansiyonalist yaklaşımda bilim adamları topluluğu oldukça önem arz etmektedir. Çünkü yapılan çalışmaların kabulü bilim insanları topluluğu tarafından onaylanmaktadır. Bu süreçte o topluluğun yeniden üretimi de ancak bu eğitim aracılığıyla gerçekleşmektedir.

Bilim insanları topluluğuna katılacak yeni insanlar eğitim yoluyla yetiştirilir. Eğitim alan kişiler zaman içerisinde o bilim kamusunun içerisine dâhil olacaktır. Kuhn bilim tarihinin ders kitaplarındaki anlatımını eleştirir. ‘‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nın hedeflerinden biri (Butterfield, 1931’den beri) ‘Whigci tarih’ olarak bilinen, geçmişi günümüze doğru ilerleyen (ve bazen sapmalar içeren) bir dizi adım olarak inşa etmeyi amaçlayan görüşlerdir’’(Sismondo, 2015, 26-27). Bu açıdan ele alındığında ders kitaplarında yalnızca sürekli devam eden bir ilerleme anlayışı söz konusudur. ‘‘Isaac Newton’un fiziği, günümüz ders kitaplarına uyarlanarak yeniden yazıldığında oldukça çağdaş görünebilir, ancak ilk yayınlandığı biçimiyle ve hatta bu metinlerle yine Newton’un dinsel konular ve simyayla ilişkili araştırmaları arasındaki bağlantılar dikkate alındığında çok daha az çağdaş görünebilir’’ (Sismondo, 2015, 32). Bu açıdan içeriğin ne olduğu bugünden geriye bakılarak değil o günün şartlarına odaklanılarak anlaşılabilir.

Bugünkü popüler yaklaşımın Newton anlatısı ile simyanın bilimsel popülaritesi oldukça uyuşmaz gözükmektedir. Bu hal aslında eski Rönesans anlatılarında da karşımıza çıkar. Birçok tarih kitabında Rönesans’a yönelik efsanevi anlatılar görsek de o günkü dönemde yoğun bir büyücülük faaliyeti günlük hayatta mevcuttur. Bu durum tarih kitabını yazanın Rönesans’ı etkileri üzerinden bugünkü konjonktür ile okumasından kaynaklanır.

Bu bağlamda Kuhn, Whigci tarih anlayışına karşı çıkmaktadır. Paradigmalar bilim topluluğu içerisinde kabul gördükten sonra o paradigma içerisinde normal bilim sürecinin devam ettiğini belirten Kuhn’a göre ilerlemeci değil sıçramalı bir bilimsel gelişim söz konusudur. Fakat dikkate alınması gereken bir durum var ki o da bilim tarihinde yalnızca ilerlemeci ya da sıçramalı bir gelişimin olmadığıdır. Her ikisinin de örnekleri mevcuttur. Bu her alandaki gelişimin asıl nedeninin bir paradigma değişimi olduğu anlamı taşımamaktadır.  

Kuhn bir bilim adamının teorisini bilim adamları topluluğuna yani bir anlamda bilim adamları kamusuna açtığını belirtir. Ortaya konmuş olan teorinin diğer bilim insanları tarafından makul bulunması gerekir. Bu kritik edilme ve değerlendirilme sürecinde diğer bilim insanları Kuhn’a göre yalnızca teorinin bilimsel metoduna uygunluğunu değil farklı sosyal faktörleri de hesaba katmaktadırlar.

Ayrıca teorinin dikkat çekmesi de önem arz etmektedir. Çünkü eğer dikkat çekmezse bunun dikkate alınmadığı bir durumda yapılan çalışmanın ne kadar önemli olduğunun da bir değeri yoktur. Bu durumu analiz ettiğimizde aslında yine Kuhn’un önemli bir noktaya temas ettiğini görürüz. Fakat bize öyle geliyor ki bu durumun da kritik düşünce süzgecinden geçirilmesi gerekmektedir.

Çünkü doğa bilimleri ya da sosyal bilimler alanında ortaya konmuş hayati önemde bir çalışma bilim insanlarının bir kısmı o çalışmayı yapan kişiyi veya çalıştığı konuyu dikkate almak istemese de kendisini gösterecektir. Fakat bize kalırsa asıl sorun düşünsel süreçlerde çok fark oluşturacak, yeni fikirler tedavüle sokan çalışmaların ses getirememesidir. Örneğin uluslararası düzeyde akademik olarak Marksizm alanında çalışan kişilerin kendileri ya da önerdiği kişiler dışında yazılan eserler çok büyük bir düşünsel gelişim öneriyorsa da sesi çok duyulmayabiliyor. Bu meselede ülkeler arası bir hiyerarşi de söz konusudur.

Bir çalışmanın Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılması ile bir üçüncü dünya ülkesinde yapılması arasında da büyük bir fark vardır. Bu durum eşit olmayan bir durumdur. Bu bağlamda alandaki diğer bilim insanlarının dikkatini çekemeyen bir çalışma ne kadar önemli olursa olsun düşünsel açıdan ne kadar üst düzey de olsa bir soruna çözüm de getirse göz ardı edilebilir.

‘‘Kuhn Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda öğretilerin aşılanmasını, paradigmaların gözlemleri bile şekillendirdiklerini iddia edecek kadar ciddiye alır. Farklı paradigmalar içinde çalışan insanlar şeyleri farklı biçimlerde görürler’’(Sismondo, 2015, 92). Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli kitabındaki incelemesinin sosyal unsurları zirveye çıkardığını ifade eden Bilgili (2013,74)’ye göre de Kuhn’un bu sosyal belirleyiciliği zirveye taşıdığı nokta bu paradigmaların gözlemleri bile etkileme gücü iddiasıdır. Bu konuya dair örnek oldukça çarpıcıdır. Ortaçağ’da değişmez zannedilen göklerin Kopernik sonrası değişimi ve Çinliler’in, Batı’da bu tartışmaların yapıldığı dönemde teleskopsuz bir şekilde güneşin merkezde olduğunu biliyor olmasıdır. Kuhn bu örnekle ampirik verilerin de sosyal şartlanmalar üzerinden okunmaya çalışıldığı iddiasını güçlendirmek istemektedir. 

‘’Bu iddia gözlemin teori-bağımlılığı olarak bilinir. Gözlemin teori-bağımlılığı Kuhn’un tarihsel resmiyle bağlantılıdır, çünkü insanlar devrimler sırasında tek yönlü bakmayı bırakır ve yeni paradigmanın kılavuzluğunda başka şekilde görmeye başlarlar’’ (Sismondo, 2015, 32). Kuhn bu paradigma değişikliği ile bilim adamlarının değişen paradigmaya geçiş yaptıklarını belirtir.

Aslında ilk etapta bu durum ideolojik şekilde işliyormuş gibi gözükür. Ancak durum sanıldığının aksine Kuhn’da gestalt-switch olarak tanımlanır. Gestalt-switch bir psikolojik geçiş halidir. Bu yeni paradigmanın eskisine nazaran mevcut ve gelecekteki problemleri daha iyi analiz ederek çözebileceğine dair düşünce ile ilişkilidir (Bilgili, 2013, 75).

Kuhn’da söylediği sosyal etkenlerin yanı sıra bilim insanlarına yönelik bir güven de söz konusudur. Kuhn, Masterman ile polemiğe girerken, teori seçiminde mantık ve gözlemin prensip olarak zorlayıcı olamayacağını söylemenin bunları göz ardı etmek anlamı taşımadığını ifade etmiştir. Eğitimli bilim insanlarının bu konuda uygulamanın en üst merci olduğunu söylemenin de gelişigüzel karar alındığı anlamını taşımadığını belirtmiştir (Kuhn, 1999,234). Yanlış anlaşıldığını ifade ettiği ortamda bilim insanlarının belli bir seviyede bu etkenlere maruz kalsalar da yine de metodolojik olarak kendilerini bilimsel düzlemde tutabileceklerine dair inancı olduğunu eğitimli bilim insanları ifadesinden çıkarabiliriz. Aksi takdirde zaten bilim yapmanın imkânı yoktur.

Bir şekilde bir dayanak noktasının bulunması gerekmektedir. Geleneksel öğelerden kurtulma çabamız içerisinde eninde sonunda bir varsayımın üzerine oturtulmuş bilim yapmak zorunda olduğumuz gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. Fakat bu varsayımımız ya da inancımız da bir şekilde kontrole tabidir. Popper’ın yanlışlamacılığı bu konuda en kestirme yöntem gibi gözüküyor olsa da aslında onun da bilim ile uğraşan kesimler için çizilen çerçevenin dışına çok kolay şekilde çıkmak zorunda kalmak gibi sakıncaları mevcuttur. Bu son cümle tartışmaya açıktır. Keskin karşı çıkışları beraberinde getirebilir lakin bilim felsefecilerinin Popper’ın yanlışlamacılığı üzerinden gitmediği ve Popper’ın önerisinin bilimsel bilginin sosyolojisinde tartışılan problemlere kesin bir çözüm sunmadığı da bir gerçekliktir.

Kuhn’un Popper’ın yanlışlamacılık tezine karşı çıkarken kullandığı –her ne kadar sonradan bu tezi farklı şekilde açıklasa da- paradigmaların tam olarak karşılaştırılamayacağı iddiası kendisinin bir rölativist olduğu düşüncesinin ana kaynağı olabilecek niteliktedir. Bunun yanı sıra gözlemin de göreceli olabileceği iddiası bulunduğumuz konuda bize kendisinin rölativist yönlerini göstermektedir.

Gerçekliğin göreceli olduğu şeklindeki iddianın kendisi de göreceli bir gerçekliğe sahiptir. Nitekim Güçlü Program’ın hareket noktası da ileriki sayfada anlatacağımız üzere burası olacaktır. Masterman Kuhn’un kitabında paradigma kelimesini 21 farklı anlamda kullandığını belirlemiştir (Masterman, 1999, 61). Kuhn da kitabında paradigma kelimesinin 21 değil yalnızca 2 farklı kullanımı olduğunu ifade eder. Birincisi bilim insanları cemaatinin benimsediği inanç ve değerlerdir. İkincisi ise örnek model ve bulmaca çözümleridir. İkinci paradigma kullanımı birincisinin sosyolojik yönünün dışına çıkarak somut çözümler anlamı ifade eden bir paradigma tanımıdır (Kuhn, 1991, 162’den aktaran Bilgili, 2013, 101).

Sonuç olarak Kuhn, Merton tarafından normları belirlenmiş Ortodoks bilim kabulünü analiz etmiş ve ciddi şekilde eleştirmiştir. Kuhn ile ilgili tartışmalar genellikle iki uçlu tartışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kimileri için çok önemli kimileri için oldukça değersiz biridir. Kimileri Kuhn’un Ortodoks bilimi yerden yere vurarak bu alanı daha iyi bir hale getirdiğini düşünürken kimileri tam tersi alanı güvensiz hale getirmiş birisi olarak kendisini suçlamaktadır. Bunun sebebi Kuhn üzerinden yapılmaya çalışılan ideolojik kavgalardır. Taraflar Kuhn’u kendi düşüncelerine göre çekiştirebilmektedirler.

Bu açıdan Kuhn okumalarında dikkat edilmesi gereken nokta kendisinin bilimsel bilgiyi ve üretimini eleştirel olarak ele aldığıdır. Gerçek olan, kendisinden sonra gelen hiç kimsenin onun ortaya koymuş olduğu yaklaşımı dikkate almaksızın bir okuma yapmasının mümkün olmadığıdır. Yapmış olduğu özgün katkı ile kendisinden sonra yapılacak her okuma ve çalışmayı etkilemiştir.

Güçlü Program

‘‘1970’lerde Edinburgh merkezli düşünürler, sosyologlar ve tarihçiler grubu, sadece bilimsel bilginin organizasyonunu değil içeriğini de sosyolojik terimler içinde anlamaya çalıştılar ve sonuçta bilgi sosyolojisinde güçlü program olarak bilinen bir yaklaşım geliştirdiler. Bu programın en özlü ve en çok bilinen ifadesi David Bloor’un bilimsel bilgisinin sosyolojik dört ilkesidir.

1. O nedensel olacak, yani belirli inançlara veya bilgi durumlarına yol açan koşullarla ilgilenecektir.

2. O doğruluk ve yanlışlık, rasyonel veya irrasyonel, başarı veya başarısızlık konusunda tarafsız olacaktır. Bu tutum dikatomilerin iki tarafını da açıklamayı gerektirecektir.

3. Onun açıklama tarzı simetrik olacaktır. Örneğin hem doğru hem de yanlış inançları aynı neden tipleri ile açıklayacaktır.

4. O refleksif olacaktır. Esasen, onun açıklama kalıpları bizzat sosyolojiye de uygulanabilecektir’’ (Bloor, 1991, 5’den aktaran Sismondo, 2015, 73).

‘‘Weberci bilim sosyolojisinin, Merton’cı Amerikan versiyonundan duyulan rahatsızlığın sonucunda Kıta Avrupası’nın bir cevabıdır Edinburgh Ekolü, nam-ı diğer Güçlü Program’’ (Etil ve Demir, 2014, 317). 70’ler itibariyle başlayan hareket rölativist ve konvansiyonalist yaklaşımların büyük etkisi altındadır.

Büyük oranda Kuhn etkisini de kabul eden düşünürlerin hedef noktası tam bir Ortodoks Merton’cı bilimsel bilgi anlayışıdır. David Bloor bu hareketin ana eksenini bu dört madde ile belirlemiştir. ‘‘David Edge, Barry Barnes, David Bloor, Donal McKenzie, Steven Shapin, Andrew Pickering gibi sosyoloji disiplininden gelmeyen pek çok isim tarafından temsil edilmiştir. Hattı zatında ‘‘bilim sosyolojisi’’ geleneğinden kendilerini ayırmak için kendilerine ‘’bilimsel bilgi sosyolojisi’’ olarak tanımlamışlardır’’(Etil ve Demir, 2014, 317).

Güçlü Program’ın ele aldığı bir diğer önemli konu bilim yapma sürecinde çıkarların rolüdür. Hem Bloor hem de Barnes bu konuda düşüncelerini ortaya koymuş, bu bilim uğraşı içerisinde çıkarların nasıl bir rol oynadığını belirlemeye çalışmışlardır. Bilgili (2013, 133)’nin de ifade ettiği yalnızca bilimsel bir çalışma esnasında değil o çalışmanın topluluk tarafından kabulünde ve alternatif yaklaşımların tercih edilmesi açısından da çıkarlar göz önüne alınmıştır. Barnes ve Bloor, Farley ve Geison’ın analizini kullanarak dönemin bilimsel teorilerinin politik ve dini faktörlerden etkilendiğini ortaya koymuşlardır. Bu açıdan bu sosyal faktörlerden azade bir bilimsel kanıta ulaşmak zordur.

‘‘Habermas’ın üç temel ilgi tipolojisini (teknik ilgi, pratik ilgi ve özgürleştirici ilgi), bilginin kökeninde yatan ilgilerin türlü türlü biçimleri olduğu tezi ile genişleten Edinburgh ekolü, bundan böyle araştırmalarını bilgiyi biçimlendiren ilgilerin keşfine adamıştır’’ (Etil ve Demir, 2014, 318). Bu ilgilerin ortaya çıkmasındaki sosyal koşullar da büyük öneme sahiptir. Bu açıdan bu üç tipoloji aslında daha sonrasında Güçlü Program’ın sosyal olanla direkt ilişki kurmasını sağlayacaktır.

Etil ve Demir(2014, 318) Merton’ın bilimsel normlara verdiği açıklayıcı gücü, Güçlü Program’ın tamamen ilgiye ve çıkarlara verdiğini belirtmişlerdir. Ancak bu durum Barnes açısından çelişkilidir. Barnes’ın bu Merton’cı normlarla tanımlanan bilimsel ethos önerisinin sapıklık olduğu görüşündedir. Ancak yine aynı Barnes’ın içerisine dâhil olduğu Güçlü Program normların yerine çıkarları koyan bir yaklaşım izlemiştir.

Güçlü Program düşünürleri bilimsel teorilerin yalnızca yanlış, hatalı, irrasyonel olanlarının sosyolojik incelemeye tabi tutulduğunu ancak doğru kabul edilen çalışmaların da incelenmesi gerektiğini düşünmüşlerdir (Bilgili, 2013, 115). ‘‘Araştırma nesneleri olarak görülen inançları doğru ve yanlış, rasyonel veya irrasyonel olarak değerlendirebileceğimiz hiçbir a priori yoktur. Gerçekte rasyonellik ve irrasyonellik de bizzat araştırma nesnesidir. Ve bilgi sosyolojisini sosyolojik incelemeden geçirmemek için hiçbir neden yoktur’’ (Sismondo, 2015,73-74). Bu bağlamda Güçlü Program’ı önemli ve ayrı kılan yönü de bu bakış açısıdır.

Onlara göre yalnızca yanlış ve irrasyonel teorilerin sosyolojik incelemesi zayıf kalacaktır. Kendi çalışmalarına güçlü sıfatını eklemelerinin gerekçesi de budur. Ancak tüm çalışmalar incelemeye tabi tutulduğu zaman bu çalışma güçlü bir çalışma halini alacaktır. Bloor’dan girişte yapmış olduğumuz alıntının ikinci maddesi bunu anlatmaktadır.

Barry Barnes ve Bloor ortaya koydukları teorinin rölativistik yönünü kabul etmektedirler. Kuhn kendisinin rölativist olduğunu kabul etmemişti ancak ondan esinlenen Güçlü Program rölativizmi kabullenmiştir. Metodolojik bir rölativizmi benimsemişlerdir (Bilgili, 2013, 115). Bu açıdan bakıldığında Kuhn’dan arta kalan zeminin sağlamlaştırma ve sorunla yüzleşme çabası olarak görülebilir. ‘‘Güçlü Program’ın savunucuları refleksivite ilkesini, klasik bilgi sosyolojisinin (Marx, Durkheim, Mannheim) bilimin kendisini (sosyoloji) sosyolojik soruşturmadan muaf tutarak özel bir konuma yükseltmesini sarsacak biçimde formüle etmek istemişlerdir’’ (Etil ve Demir, 2014, 320-321). Rölativist iddianın kendisi de ortaya koyduğu göreceliliğe ve bu refleksiviteye tabidir. Bu bakımdan onun açıklama kalıpları açıklamaya çalışan sosyolojiye de uygulanacaktır denmektedir.  

‘‘Güçlü Programın rölativist rasyonalitesi, tümdengelimci mantığın evrensel rasyonalitesi yerine belli bir sosyal grubun içinde işleyen kültürel pratikler dizisine işaret etmektedir’’ (Etil ve Demir, 2014, 317-318). Gerçeklik onlara göre her açıdan görelidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi gerçeklik evrensel değil zaman-uzam temelinde yalnızca sosyal bilimlerde değil doğa bilimlerinde de göreli kabul edilmiştir. Bu anlamda her bilimsel çalışma yanlış ya da doğru, rasyonel ya da irrasyonel incelenmelidir. Bu bakımdan gerçeklik ve hakikat anlayışında asimetri değil simetri söz konusudur.

Metodolojik simetri doğru inançların rasyonel açıklamalar gerektirdiği yanlış olanlar ise irrasyonel olarak toplumsal bir açıklamaya mecbur olduğu şeklindeki asimetrik açıklama kalıbına bir tepki ifade eder.

Bu nedenle metodolojik simetri doğru inançlara ulaşmayı mümkün kılan sorunsuz rasyonel bir yolun varlığına dayanan Whigci bilim tarihi görüşü kabul edilmez. Whigci bilim görüşü Kuhn’un da karşı çıktığı şekliyle doğruların ve teorilerin doğada somut bir temeli olduğunu varsaymaktadır (Sismondo, 2015, 74). Bizim dışımızda bir gerçeklik olsa biz onunla yalnızca toplumsal olarak bağ kurarız. Bu toplum bağımlı ilişkimizde bir gerçeklik veya doğa basitleştirilerek anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu basitleştirilme doğa tarafından değil toplum tarafından yani bizim tarafımızdan yapılır. Bizim sosyal olarak tercihimizin bir sonucudur. Bu bizi gerçekliğin toplumsal göreliğine götürür. Toplum değiştikçe topluma bağlı gerçekler de değişiklik gösterecektir. Bu bizi Güçlü Program’ın epistemolojik rölativizmine götürmektedir (Bilgili, 2013, 117).

Finitizm (Sonculuk)

‘‘Güçlü programın Bloor ve Barry Barnes gibi savunucuları, bilgi sosyolojisinin potansiyeliyle ilişkili önermelere ek olarak, tümevarım probleminin yeni ve kullanışlı bir açıklamasını sundular. Sonculuk (finitism) bir terim, sınıflandırma veya kuralın her bir uygulamasının benzerlik veya farklılık konusunda değer yargılarını gerektirdiği fikridir. İnsanlar benzerlik ve farklılıklar temelinde gözlemler yapsalar ve kararlar verseler de, aynılık konusunda bir karar vermediklerinde hiçbir durum daha önce ortaya çıkan durumlarla aynı olmayacaktır. Terimler, sınıflandırmalar ve kurallar yeni durumları içerebilecek biçimlerde genişletilebilirler’’ (Sismondo, 2015, 75).

Barnes’ın da hem keşif hem de gerekçelendirme bağlamı boyunca sosyolojik açıklamanın genişletilmesi gerektiği fikri Kuhn’un sosyal olanın bilimsel faaliyetin yalnız keşfine değil her aşamasında geçerli olacağı şeklindeki görüşü ile uyumludur (Yardımcı, 2019, 399). Hatırlanacağı üzere Kuhn’un keşif ve gerekçelendirme arasında bir ayrım yapmadığını belirtmiştik.

Güçlü Program Kuhn’daki karşılaştırılamazlık ilkesine benzer şekilde mantık kurallarının bile aslında evrensel olmadığını ifade etmiştir. Bu açıdan onlar için bilginin de zaman-uzam açısından farklılıkları söz konusudur. Topluluk bilginin içeriğine bir anlamda etki eder görünmektedir. Bilgi toplumsal bir temele dayanmaktadır. Bilginin oluşum ve kullanım sürecinde terimlerin kullanımı, sınıflandırılması önem arz etmektedir. Bu açıdan finitizmi ya da anlam finitizmi olarak ifade edilmiş, bu ifade sonculuk diye çevrilmiştir.

Barnes (1990, 100-101)’a göre ‘‘belirli bir toplulukta benimsenmiş bulunan bir kullanım, topluluğun pratiğindeki uzlaşımın ötesinde bir şey değildir’’. Birey bu kullanımın dışına kolay bir biçimde çıkamaz. Terim kullanımı ya da sınıflandırmalar toplumsal açıdan o şekilde belirlendiği için birey de o kullanıma riayet etmektedir. Barnes (1990,100-103) bunu kitabında kaz, kuğu ve ördek örneğinden hareketle anlatmaktadır. Barnes’ın bu örneğinde konvansiyonalist yaklaşım net şekilde görülür. Bu açıdan başlangıçta yaptığımız Sismondo alıntısını Barnes’ın örneği ile ilişkilendirecek olduğumuzda belirtildiği gibi belli farklılık ve benzerlikler üzerine gözlemler yapılsa da bu konuda bir karar verilmesi gerekmektedir. Bu karar komünal bir karardır. Bu komünal kararlar süreç içerisinde kavramın kullanımını değişik şekillerde genişlemesine neden olur.

‘‘Anlam finitizminin temel problemi her türlü sınıflandırmayı temelsiz kılmasıdır. Bunun yanında anlam finitizmi Duhem-Quine problemine atıfla bir verinin birden fazla teori tarafından açıklanabilmesi durumuna da yol açar (Nermin, 1998, 610’dan aktaran Bilgili, 2013, 132). Güçlü Program adına sorunlu olan bu kısım bir sınıflandırmaya izin vermemesidir. Bu tip bir durumda her sınıflandırma toplumsal açıdan belirlenmektedir.

Bu durum bizim sosyal bilimler bir kenara doğa bilimlerinde dahi bir varsayım üzerinde durmamızı ya da sınıflandırma yapmamıza engel olacaktır. Bu durum Güçlü Program’ın sosyal olana verdiği önemi net şekilde ifade etmektedir. Finitizm, Bilgili (2013, 132)’nin de ifade ettiği gibi güvenilen mantık kurallarını bile yerel düzeye indirerek ve doğada var olduğuna inandığımız kategorileri sarsarak bu anlamda kararı bilim insanları topluluğunun uzlaşımları olarak görmektedir. Böylece konvansiyonlar bilimsel sürece yön veren başat faktör halini alır.

Eleştiriler

Etil ve Demir (2014, 321), Güçlü Program’a yöneltilen en temel eleştirinin ‘‘mikro vaka analizinden makro sonuçlar çıkarma uğraşı olduğunu ifade etmişlerdir. Bilimsel kabullerimizi kültürel ve sosyal yapıların nedenselliği ile okuyan Program farklı kültürel yapılardaki farklı bilimsel kabulleri açıklayamamaktadır.  

Bu sebeple de seçtikleri vakalar üzerinden okuma yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda ortaya koydukları çalışmanın tüm bilim sahasına uygulanıp uygulanamayacağı konusu kuşkuludur. Bu durum da bizi bir sosyolojik oportünizme götürmektedir. Seçmeci bir vaka okuması gibi algılanmasına sebep olmaktadır. Tüm kültürel ve sosyal şartta aynı sonuca ulaşıp ulaşamayacağı tartışmalıdır. Ayrıca Güçlü Program’ın tüm okumaları bilim tarihinden olup mevcut bilimsel çalışmalar hakkında bir inceleme yapmamışlardır.

Bunun yanında bir başka eleştiri bilim insanlarına biçilen ilgi/çıkar koşulu yer yer tutarsızlıklar göstermektedir. Bir taraftan irrasyonel sosyal etkilere tamamen açık bilim insanı izlenimi oluşturulurken, diğer yanda çıkarlarının nerede olduğunu gayet iyi bilen zeki bir bilim insanı betimlenmektedir. Bu durum bilim insanlarına biçilen rolün net olmadığını göstermektedir (Etil ve Demir, 2014, 321).

Güçlü Program’a getirilen bir başka önemli itiraz Program savunucularının sosyal ve sosyal olmayan faktörlere dair net bir ayrım yapamamış olmasıdır. Bloor ve Barnes sosyal ve sosyal olmayan etkenlerin bilim yapma sürecine etkisi olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak sosyal etkilerin yanında sosyal olmayan etkenlerin neler olduğu konusunda eksik kalmışlardır. Sosyal olmayan faktörlerin varlığı bir anlamda göz ardı edilmiş gözükmektedir (Bilgili, 2013, 142).

Bir diğer eleştiri bizzat çıkarlar konusundadır. Bilgili (2013, 147), çıkarlar konusunda Newton örneği kullanan Bloor’un kendi teorisini destekleyen kısımları dikkate aldığını ifade etmiştir. Bunun dışında kalan Newton açısından kendi çıkarlarına ters düşen yönler söz konusudur. Newton çıkarlarına ters düşmesine rağmen teslisi reddetmiştir.

Eğer bilim insanı çıkarlarının rasyonel ya da irrasyonel olarak peşinden gidiyorsa sosyal ve siyasi nedenlerle Newton da teslisi açık şekilde reddettiğini ifade etmemesi gerekirdi. Bu eleştiri Etil ve Demir’in ortaya koymuş olduğu bilim adamına biçilen rolün yer yer rasyonel yer yer de bilinçsiz sosyal etkilere maruz kalan bir tipleme olduğu eleştirisinin devamı niteliğindedir. Güçlü Program nedensellik noktasını açıklamada ve çıkarların rolünü çizmede başarılı olamamıştır.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol