Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Akıl Ekseninde Aydınlanma Ve İhtilal Algılaması

Yazar: Ömer Alkan

19. yüzyıl ve sonrasının düşünce algısındaki mihenk taşıdır Fransız İhtilali. Yoğundur enerjisi, etkiler koca dünyayı her bir ilkesiyle. Çağımızın her aşırı ucunun beslendiği bir zirvedir, ihtilal yılları Fransa’sı. Söylevleri her bir kulağa tanıdık gelir bunca yıl geçse bile. Sebebi, ateşi yakan olmaları… Kor ateşin sıcağında pişen ve gelişen Fransa’nın yaktığı ateşin dumanıyla bu “günahı” tüm dünya toplumları dolaylı da olsa solumuştur. Bu esanstan hoşlanmaları nedeniyledir ki dünya, geleceğini bu doğrultuda işler büyülenmiş bir edayla.

Birikimiyle, belki de yüzyılların kusmasıdır bu koca ihtilal. Beslendiği ana damar ise bireye, insana, daha doğrusu akla olan güvendir. Her düşünür kendine farklı bir yön çizer aklıyla. Ve belki ilericidir, bilimcidir, liberaldir sonrasında… Ama akılcı tutumu hamurunun mayasıdır.

Kendisini doğallıkla Aydınlanma düşünürlerinden ve yine aynı doğallıkla bir akılcı olarak görebileceğimiz Immanuel Kant’ta bile bunu görebiliriz. Akla dair en büyük eleştirileri yapan Kant’ta yine akla olan itimat zedelenmez, aksine gittikçe tutucu bir hal alır. Devrin her yanında net bir şekilde görürüz bu aklı, doğru ve yanlışlarıyla… İşte aklın bize verdiği yön ile ihtilalin ana hatlarını ve sonrasında Rönesans’tan başlayarak güç toplayan aklın Aydınlanma’yla beraber dogmatik bir tutuma doğru ilerlemesi sürecini inceleyeceğiz.

İhtilal’in Tarihteki Duruşu

İhtilal’in öncesindeki karışıklıklar, halk ayaklanmaları, güç dengelerinin değişmesi; bu konuların hepsi tarihçiler ve sosyologlar tarafından bolca tartışıldı, hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Devrim isteyen Marksist tarihçiler Fransız İhtilali’nden ilham alıyor, komünist ideologlar devrimi tanımlarken yine Fransız İhtilali’ni kendi çıkış noktaları olarak belirliyor. Ama evet, belki ele alış biçimleri farklı olsa da Fransız İhtilali’nin bütün tarihçi, sosyolog ve devrimci düşünürlere bu derece etki etmesi gayet doğal. Tarihte aynı ölçüde etkili olmuş pek az olay vardır denilebilir; pek az olayda bu yıkıcı ve yerine yenisini getirici enerjiyi hissederiz.

Yüz yıl kadar öncesinde İngiliz Burjuva Devrimi’ni görürüz; İhtilal’e yakın bir tarihte Amerika’da bir halk ayaklanması ve devrim niteliğinde ilkeler eşliğinde koca bir ülkenin kuruluşu dikkatimizi çeker; 1830, 1848, 1871 ayaklanmaları ile Avrupa’da küçük sarsıntılar meydana gelir ve acaba İhtilal ruhu geri mi dönüyor deriz; çok ses getiren Rus Devrimi karşısında durup düşünme ihtiyacı hissederiz… Geri dönüp baktığımızda Fransız İhtilali’nin o ihtişamlı duruşunu hak edecek can alıcı devinimli etkiyi getiren bir hareket göremeyiz. Bunda şaşırılacak bir şey yok; Fransız İhtilali gerçekten şahsına münhasırdır ve tarihte devrim olarak adlandırdığımız hiçbir hareket ile kıyaslanamaz.

Peki “Büyük İhtilal”i bu kadar büyük yapan neydi? Bu soru belki her tarihçinin kendi yorumuyla ayrı bir değer kazanarak açıklanabilir. Fakat elimizde fikir birliğinin bulunduğu temel başlıklar var elbette: 14. Luis döneminde ağır sermaye gerektirecek savaşların yapılması ve bütçenin zayıflaması, kilisenin toplumun temel taşı olmasına rağmen hiçbir sorumluluğunu yerine getiremeyecek kadar bitap düşmüş olması, halkın gün geçtikçe artan açlık problemi ve “kendini koruma güdüsü”nün oluşması, burjuva sınıfının biriken sermayesine ve etki gücüne rağmen hiçbir sosyal statüye sahip olmaması, 15. ve 16. Luis dönemlerinde oldukça pasif bir otorite anlayışının olması, İngiliz Burjuvazi Devrimi’nin İngiltere’de oluşturduğu havanın Fransa’da ümit uyandırması… Liste uzar gider. Fakat bu nedenler zinciri tek başına, hiçbir halka bir isyanı devrime ve ardından da ihtilale dönüştürecek gücü vermeye yetmez.

Bazı tarihçiler para unsurunu öne çıkararak burjuva sınıfındaki sermayenin dengeleri değiştiren en büyük etken olduğunu söyler. Bazıları ise “kilise eşittir gelenek görenek” denklemini kurarak kiliseye düşman olan halkın gelenek ve görenekten kopmaya başlamasının önemini vurgular ve bunun ihtilalin hararetinin en büyük kaynağı olduğunu söyler. Fakat ilki sadece bir mevki değişikliğini teşvik eder; para – ve doğal olarak güç– sahibinin toplumdaki ve yönetimdeki üst mevkileri ele geçirmeye başlaması bir ihtilal nedeni değildir. İkincisi ise yıkıcı bir etkiye sahiptir, yapıcı değil; bir ihtilal için yıkıcı etkinin yanında elbette bir yapıcı karaktere de ihtiyaç vardır.

İşte bu noktada Fransız Aydınlanma Düşünürleri sahneye girer. Onlar toplumun ihtiyacı olan, yıkım sonrası yapıcı karakteri oluşturanlardır. Kilisenin toplum üzerindeki baskısına lanet okuyan bu düşünürler aynı zamanda halkın bilinçsizce nefretini toplayan bu kuruma sistematik bir şekilde saldırarak kiliseye meydan okumuşlardır, yani yıkıcı etkiye de sahiptirler. Onlar aslında İhtilal’in en temel taşıdır. Çünkü zihin insana yön verir ve bu düşünürler zihinlere yön vermiştir. Evet, onlar toplumun yönünü tayin edenlerdir.

Aydınlanma’ya Girerken

Akıl-zihin ekseninde gelişen bireyin duruşu, Batı düşünce tarihinin en tipik algılanış biçimidir denilebilir. Batı’ya verdiğimiz bu duruşta İslam ekseninde gelişen Doğu’yu kenara atan bir tutumun yanlışlığını tekrar tekrar vurguladıktan sonra düşünce haritamızı çizmeye başlayabiliriz. Çizilen haritanın tek tek düşünürler üzerinden gitmesinin basitliği ve belki de fazla genel geçerliliği, doğru yolda olmadığımızı göstermez; fakat daha kolay olan yolun tercih edildiği anlamında düşünülebilir. Yapılabilecek kültür sosyolojisi yorumlarıyla gelişen akıl algısını çok daha sağlıklı anlayabileceğimiz bir gerçek. Diğer yandan, düşünürlerin kendi toplumlarının ürünleri olduğu gerçeği göz ardı edilemeyeceği için dönem filozoflarına dair kısa bilgilendirmelerle Aydınlanma’ya giden yolda akıl kavramının anlaşılabilmesi mümkün gözüküyor.

Hristiyan egemenliğinin altında, değerlerinin güç kaybettiği Roma İmparatorluğu’nun son yüzyılında Augustinus’un düşünceleri karşılar bizi ilk olarak. İman ile tüm sorunların çözümünü arayan Augustinus(354-430), bilgi ve aklın acziyetini vaaz etmekle belki de kendinden sonraki bin yılın temelini atmıştı. İmanın ve dolayısıyla kilisenin egemenliğinin sürdüğü bu uzun yıllar Augustinus ve sonrasında gelen skolastik düşüncenin mimarları ile sert bir şekilde örülmüştü.

Dönemin koşullarına baktığımız zaman, o “soğuk ve vahşi Avrupa’nın” kilisenin koruyuculuğuna ihtiyacı olduğunu rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Güçlü krallıkların olmadığı bu dönemde zayıf bir ziraat anlayışıyla yaşamayı bile zor becerebilen insanlar için imanın “her şey” olmasını doğal karşılayabiliriz.

Bu noktada dile getirilebilecek önemli bir ilişki de Kilise-İman ve Devlet-Birey-Akıl düzlemindedir. Kilisenin Erken Orta Çağ Dönemi’nde (500-1000) oynadığı rolü incelerken diğer taraftan karşımıza devletin egemenliğinde ilerleyen bireyci tutum çıkıyor. 1000’li yılların başından itibaren Avrupa toplumlarında görmeye başladığımız güçlü monarşilerin her hamlelerinde karşılarında kiliseyi bulması din-devlet çatışmasını tetiklemeye başladı. Kilisenin 1200’lü yılların başından itibaren gösterdiği siyasi tavırla kendini yıpratması, 1500’lü yılların ortalarında Hristiyanlığın en büyük kopuşuna neden olmuştur. Bu kopuşun sonucunda daha bireyci bir duruşu olan Protestanlık ortaya çıkmış ve daha çok kuzey ülkelerinde kiliseden kopuşu sembolize etmesi nedeniyle krallar tarafından benimsenmeye başlamıştır.

Bu siyasi dönüşümün aslında düşünce dünyasındaki dönüşüm ile paralel gittiğini söylemek mümkün. İlk olarak Thomas Aquinas (1225-1274) gibi teologlarda görebileceğimiz kırılma, bir başlangıcı temsil eder. Aquinas’ın kilise yanında devlete yer vermesi ve dünya-ahiret ilişkisinde düalist bir algılayış yakalaması oldukça önemlidir.

Aklın gelişim süreci, genel anlamıyla özgürlüğün gelişim süreciyle denk tutulabilir ve bu da bizi siyasi düzenin birey üzerindeki baskısıyla karşı karşıya getirir. Rönesans döneminin başlangıcı olarak bu kırılma anının kabul edilmesi bu sebep ile açıklanabilir.

Liberal bir tutumun İtalya ve kısıtlı olarak diğer ülkelerde gelişmesi Dante ve Marsilius gibi isimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu isimler eserlerinde devlete gerekli yetkiyi verirken bir yandan da özgürlükçü ortama olanak sağlıyorlardı. Ardından oluşan nispeten özgürlükçü ortamda, İslam kaynaklarıyla beslenen dönemin entelektüel zihniyeti eskiye, Antik Çağ’a özenme diyebileceğimiz bir algılayış ile eserler vermeye başladı.

Bilim Üzerinden Bireye Bakış

Kilisenin siyasi gücünü kaybettikçe Avrupa üzerinde baskısını arttırdığı dönemlerde, 1500’lü yılların başlarında, bir deha -dindar bir deha- yaptığı çalışmaların sonucunda o günlerde kesin bir doğru olduğuna inanılan güneşin dünya çevresinde döndüğü teorisinin yanlış olduğunu ispatladı. Bulduğu sonuç itibariyle sabit olan, dünya değil güneşti artık. Ancak sonucuna ulaştığı teoriden uzun bir süre çoğu tanıdığına bile bahsetmemesinin nedeni sadece çekingenliği değildi: Önceki teorinin desteği İncil’den, yani kutsal bir kaynaktan geliyordu.

Bu durum, bilim tarihi ve daha genelde düşünce tarihinde oldukça önemli bir eşiğe işaret ediyordu. Teorisinin ortaya çıkmasının ardından kendisine çevresi tarafından herhangi bir zarar gelmemesine rağmen Güneş Teoremi bir yüzyılı aşkın bir süre boyunca yoğun saldırılara maruz kalacaktı. Oluşan tepkinin büyüklüğü aslında bilimsel bir bulguya olan dogmatik tutum değildi; Güneş Teoremi’nin ne gibi değerlere zarar vereceği o günün tüm kilise adamları tarafından görülebiliyordu.

Dünya, kilise öğretisinde aşağı olan yerdir; ve Adem işlediği günahın sonucu olarak cennetten düşmüştür. Göğün kutsallığına, o ulvi makamına zarar verecek olan bu teorem pek tabii şeytanın bir oyunuydu onlara göre. Bu teori, göğü ve yeri bir anlamda eşitliyordu –Tam anlamıyla deliller ile gösterilebilecek eşitleme Kepler, Galileo ve Newton’un çalışmalarıyla mümkün olacaktı– Eşit olan gök ve yer, bir anlamda araştırma merakını da körüklüyor denilebilir; çünkü kilisenin koyduğu katı dogmalar kesin doğruları göstermek zorunda değil.

Bu buluş gerçek anlamıyla bir devrimdir çoğu düşünüre göre. Öyle bir etki yapar ki Avrupa’nın düşünce dünyasında, Nietzsche’nin kendisinden üç koca yüzyıl sonra biraz da nihilizm kokan şu sözleri söylemesi gayet doğal karşılanabilir: “Kopernik’ten beri insanın, eğimli bir düzlem üzerinde kendisine sahip olduğu görülüyor –şimdi insan hızlı bir şekilde sürükleniyor– neye? Hiçliğe mi?” (1)

Bilimin değer kazanmasıdır aslında bu süreç; fakat asıl değer kazanan akıl kavramıdır. Rasyonel bir bakış kazanmış düşünürler topluluğu karşılar bizi 17. yüzyıla doğru: Bacon, Descartes, Spinoza, Hobbes, Leibniz, Berkeley… Uzayıp götürebileceğimiz bu listede belki fazlasıyla önemli bir isim, bir yüzyıl daha ileri gidebilirsek, Locke ile beraber iki isim var diyebiliriz: Descartes. Matematik prensipleri üzerinden dünyayı algılama mantalitesi diğer düşünürlerde de fazlasıyla vardı açık söylemek gerekirse. Fakat onun sorgulama yöntemi kendinden öncekilerde, Gazali dışında, görülmemiş bir tarza sahipti.

Tüm dogmalara karşı çıkışıyla Bacon’da da bir nebze görebiliriz bu akılcı tutumu. Ancak Descartes sorgulamasını benliğini tartışmaya açmak ile noktaladı. Sonunda dile getirdiği söz, Batı düşünce dünyasında diğer önemli bir eşiği oluşturacaktı: Cogito Ergo Sum – Düşünüyorum, o halde varım.

Bu sorgulama sonunda Descartes’ın amacı her ne kadar Yüce Yaratıcı’yı bulmak olsa da o, başlangıç noktasını geri dönülemez bir şekilde değiştirmiştir: Artık algı, bireyi temele alıyor… “Ben” kavramının algılayış biçiminde en temel öğe oluşu, diğer anlamda akla fazlasıyla destek oluyordu. Rasyonel prensiplerin güç kazanmasına diğer büyük katkısı, daha önce söylediğimiz gibi, matematiksel bir dünya sistemi vizyonudur ki bu sistematik çaba Descartes’ı modern anlamda ilk büyük filozof yapar. O her cisimde bir geometrik şekil arayışında olmasıyla tam anlamıyla rasyonel bir bakış açısına sahiptir. Ayrıca diğer yandan –ki bu yüzden başta Voltaire olmak üzere tüm aydınlanma düşünürleri tarafından eleştirilir– düalist bir anlayışla maddenin içine Tanrı-töz kavramlarını yerleştirmesiyle de büyük dinsel ve metafiziksel kopuş yaşamaz Descartes. Yalnız, ona göre Tanrı her fiziki olayda izi olan, yönlendirici bir etkiye sahip olmaktan uzak, yaratıp kenara çekilen deist bir anlayıştadır.

Toplum sözleşmecilerinin Thomas Hobbes’dan sonra ikincisi olan John Locke; akılcılık anlamında metafizik olgularda güçlü reddiyeci tutumunun yanında, birey kavramında modern anlamda en temel ilkeleri inşa etmesiyle oldukça yüksek bir değere sahiptir. Tabula Rasa olarak ifade ettiği boş bir zihin ile doğma ve sonrasında zihni deneylerimiz sonucu doldurma fikri, bilindiği gibi Descartes’ın dolu zihin anlayışına tersti. Bu durumun oluşmasını aslında Locke’ın materyalist tutumuna bağlayabilmek mümkün; bu doğrultuda herhangi metafizik bir etkiyi tamamen reddediyor Locke. Aydınlanmacıların –özellikle İskoç ve Fransız Aydınlanmacılarının– töz kavramını reddetmeleri ve madde dışında bir öğeyi kabul etmemeleri nedeniyle Locke onların gözünde, Newton ile birlikte, geleceği inşa eden fikirlerin taşıyıcısı rolündedir.

Locke, bireyci tutumuyla siyaset felsefesini inşa ederken, İngiliz siyaset kültüründen oldukça beslendiği aşikar olmak ile birlikte, onun fikirlerine sahip çıkan Fransız Aydınlanmacılarının yaşadığı Fransız siyasi algılayışı arasında uçurumların olduğu gerçeği önemli bir problemdir. Bu problem, Fransız toplumunda İhtilal ile birlikte fikirlerin hep radikal yönelimler içermesinin sebebi olmuştur. Toplum ile fikirlerin aynı düzlemde olmayışı, yönetim sistemlerinin –çatlaklara sebebiyet verecek şekilde– devrimlerle değişmesi arzusunu daima yönetici kesime hissettirecektir.

Akıl ve Aydınlanma

Aydınlanma düşünürleri dönemi olarak andığımız dönem, genel manasıyla 18. yüzyıl Avrupa filozoflarını içine alır. Bu dönem öyle bir dönemdir ki kendini geçmişin düşünce algısıyla beslediği gibi belli başlı ilkeleriyle de şahsına münhasırdır ve dolayısıyla da kendinden sonraki dönemi, yani modern çağı derinden etkiler. Akıl kavramının yükselişi üzerinden ilerleyen yazımızın doğrultusunu kaybetmeden; dönemin akıl kültürünün yanında kendine ne gibi ikincil prensipler edinerek Fransız İhtilali’nin düşünce altyapısını beslediğini göreceğiz. Fakat diğer yandan bu “ikincil” prensiplerin ne derece güçlü etkiye sahip olup dönem düşünce kültürünün yörüngesinin değişmesine sebebiyet vermesini de eklemeden geçemeyeceğiz.

Aydınlanma dönemi radikaldir. Oldukça göreceli bir kavram olduğunu bilmemizin yanı sıra, elimizde dönemin radikalliğini destekleyecek türlü verilerin olması, yargının nesnelliğine katkıda bulunuyor. Bu verileri şu şekilde sıralayabiliriz:

Dogmatizmi eleştiride dogmatik olmaları dönemin radikalliğine ilk örnek olarak verilebilir. Geçmiş dönemin “güven” algısından beslenen Aydınlanma filozoflarında bu duruş, bir basamak daha ileri giderek ilerici bir anlayış halini almıştır. Aslında ilerici kavramını geçmiş dönem felsefecilerine atfetmenin mümkün olduğunu belirtmekle birlikte dönem düşünürleri için ilericilik, birey ve akıl eksenli güven kavramına aşırı bağlılığın getirdiği bir reddiyeci tutumu da yansıtır diyebiliriz. Diğer bir ifadeyle geçmişin toptan reddi insanlığa geleceğin anahtarına ulaşma imkanı sağlayacaktır.

Geçmişin bu ikinci veya üçüncü plana itilişi hatta bazı filozoflar tarafından külliyen reddedilişi, ilericilik anlamında büyük bir aşırılığa götürmüştür dönem düşünce kültürünü. Akıl, 17. yüzyıl modern filozoflarında daha çok uzlaştırıcı bir yapıya sahipken Aydınlanma’da bu tutum aklın inkârcılık için araç haline getirilmesi noktasına gelir. Akıl dogmatizmi işte bu şekilde inşa edilir düşünürler tarafından: Aklın uzlaştırıcı, liberal ve hoşgörülü görünümü yerini katı ve reddiyeci duruşa bırakır. Bireye/akla aşırı güven, 18. yüzyılın önemli düşünce mimarları için dogmatikliğe giden yolu hazırlar.

Reddedici tutumun önemli bir getirisi de materyalizmin güç kazanmasıdır. Materyalist perspektifin gücünü İlk Çağ’ın doğa felsefecilerinden aldığı gerçeğinin yanında, 17. yüzyıl materyalistleri de aklın önderliğinde metafizik kopuşu işaret eder. Bu kopuş, İngiliz deneyciliğinin bir getirisi denilebilir: Bacon, Hobbes, ve Locke gibi isimlerin materyalizmi beslemeleri, 18. yüzyılda karşımıza oldukça katı bir din ve metafizik düşmanlığı çıkarmıştır. Materyalist düşüncenin temellerinin sağlam bir şekilde atıldığı bu dönemin arkasından gelen 19. yüzyılda pozitivizmin de etkisiyle, maddeci tutum tamamen etki sahibi olmuştur.

Bu gelişmelerin bir problemi ortaya çıkarıp çıkarmadığı sorulabilir. Veya radikallik ile ilişkisinin ne yönde olduğu incelenebilir. Materyalizmin sorun olup olmaması tartışmasını yazımızın doğrultusunda sapma meydana getireceğinden dolayı bir kenara bırakıp materyalizmin radikallik ile ilişkisini kurmaya çabalayalım. Radikallik aşırılık olarak tarif edilebilir ve aşırılık, genel itibariyle düşmanca bir taraf algısının oluştuğu ortamda zıt kutupların meydana gelmesinden beslenerek ortaya çıkar.

Burada akıllara gelecek ilk soru, İngiliz materyalizminin özgürlükçü bir ortamda beslendiği gerçeğidir. Fakat unutulmamalıdır ki İngiliz materyalizmi devamlı bir şekilde kendi iç sorgulamalarının olduğu, tutucu bir hâl almayan bir duruşun adıdır. Ve kendini sorgulamasının getirisi olarak da diğer Aydınlanma düşünürlerinin tutucu bir materyalist perspektifi benimsediği zamanda, eleştirel düşünceleri bünyesinde barındıran Kuşkucu Hume ekolünü ortaya çıkarmıştır. Hume’un materyalist olmasının yanında materyalizmi sorgulayan yapısı bize durumu net bir şekilde izah edebilir. Diğer yandan materyalist İngiliz felsefesinin doğuşunun ilk yılları incelendiğinde karşımıza güçlü bir mezhep çatışması sorunsalı çıkar; yani zıtlık, materyalizmi körükler. Özetleyecek olursak, materyalist görüşün Aydınlanma düşünürleri üzerinde etki sahibi olmasının asıl sebebinin benimsedikleri radikal tutum olduğu söylenebilir.

Materyalist duruşun aşırılıktan beslendiğini dile getirdikten hemen sonra bu aşırılığı oluşturan sebeplere inmemiz gerekiyor. Kilise düşmanlığı, materyalist duruşun kaynağı olan radikal tutumun, aşırılığın baş müsebbibidir denilebilir. Kilise, dönemin Avrupa’sında gücünü etkin bir şekilde sürdürmesinin yanında, görevini yerine getirememesinin ortaya çıkardığı sorunlardan dolayı entelektüel çevreden telafisi mümkün olmayan darbeler yemekteydi. Bu darbelerin sonucu olarak kilisenin, devlet gücünü de yanına alarak aydın kesime saldırması bir zıtlaşmayı meydana getirir. İşte bu zıtlaşma, radikalliğe giden yolun tetikleyicisidir.

Bu ortak düşman kilise, aydınları -birinci ve ikinci sınıf düşünürleri- bir araya getirerek hareket bilincinin oluşmasına meydan verir; artık düşünürler planlı bir şekilde düşman ile çarpışmaktadırlar. Bu ilk etapta övülesi bilinç, aslında tüm aşırılıkların kurumlaşmasının da yolunu açtığı için aklın ekseninde ilerleyen aydınlara ve aklın “açık ve daimi sorgulayan” yapısına en büyük zararı verir. Bu çok önemli gerçek, aklın yön değiştirmesinin ve bağnaz ellere teslim edilmesinin sebebidir. İşte bu yüzden özgürlük gerçek anlamda aklı besleyen tek değerdir diyebiliriz.

Dönemin aşırılığına dair gösterilebilecek bu veriler akıl kavramının ileriki süreçte yön değiştirmesinin nedenidir; akıl artık İhtilal ruhuyla beraber tüm Avrupa halklarının benliğine tam bir tutuculuk ile yapışır. Bu tutuculuk aslında Modern dünyanın bir gerçeğidir; değerleri itibariyle tam bir “tutucu akılcı”dır dünya. Güç aldığı unsur ise maddedir artık; düşman metafizik, yani gerçeğin diğer yönü, tam anlamıyla dışlanır düşünce algısından. Bu algı inşa eder modern toplumları…

Sonuç ve Akıl

İhtilal’in en temel değeriydi akıl. Metrik sistem ve diğer devrimci yenilikler ile rasyonel algının tüm benliklere yerleştirilmesi İhtilal’in gerçek ruhunu yansıtıyordu. İşte işin hüzün dolu yanı tam olarak burada belki de; tüm toplumlar yobaz bir algıyla aklın boyunduruğu altına giriyordu. Edmund Burke’un eleştirisi bir anlamda bunaydı ve İhtilal’i eleştiren diğer tüm düşünürlerin fikirleri bu kapıya çıkıyordu. Değişen sadece iktidar değişikliğiydi: Din adamları ve otoriter yöneticiler aklın üzerindeki yetkilerini, şimdi rasyonel kalıplarla kurulan sistemlere devretmişti.

Akla asıl değerini veren, “açık, kapsayıcı, sorgulayan ve hoşgörülü” gibi sıfatların akılla birlikte anılmasının önemi işte bu yüzden kritik… Gerçek değerini kaybeden aklın yönlendirmesiyle hareket eden Aydınlanmacı fikirlerin yaşadığı ikilemin etkisi, toplumlara kavram karmaşası olarak geri dönüyor. Akla gerçek manasını veremeyen ve onu dogmatik aydınların dikte ettirdiği bir anlam ile kavrayan toplum, aklı külliyen dışlayıcı bir yaklaşım sergiliyor.

İhtilal sonrası tüm toplumların hamuruna yavaş yavaş yerleşen bu algı günümüzde kırılmaya başlasa da hâlâ net bir tutum ile terk edilmiş değil. Özellikle ülkemizdeki Aydınlanmacı algının kırılması bu yüzden önemlidir. Akıl, üzerinde olabildiğince az kontrol mekanizması varken değerlidir; böyle bir durumda aldığı karar, Gazali, Hume ve Kant’ınki gibi aklın yetersizliği de olabilir zaman zaman. Aynı şekilde bu karar, Newton ve diğer dindar düşünürlerinkine benzer bir biçimde, Yaratıcısının aşkın ve tümden kapsayıcı aklı karşısında güçsüzlüğünü idrak da olabilir…

 

DİPNOTLAR                  

(1) Tannenbaum, D. G. & Schultz, D.; Siyasi Düşünce Tarihi: Filozoflar ve Fikirleri, Çev: Fatih Demirci, Adres Yayınları, İstanbul, 2011, s: 217

KAYNAKÇA

Cevizci, Ahmet; On Yedinci Yüzyıl Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, Bursa, 2007

Cevizci, Ahmet; Aydınlanma Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, Bursa, 2007

Tannenbaum, D. G. & Schultz, D.; Siyasi Düşünce Tarihi: Filozoflar ve Fikirleri, Çev: Fatih Demirci, Adres Yayınları, İstanbul, 2011

Lee, Stephen J.; Avrupa Tarihinden Kesitler 1494-1789, Çev: Ertürk Demirel, Dost Kitabevi, İstanbul, 2009

Lee, Stephen J.; Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980, Çev: Ertürk Demirel, Dost Kitabevi, İstanbul, 2010

Bookchin, M.; Devrimci Halk Hareketleri Tarihi Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine, Çev: Sezgin Ata, Dipnot Yayınları, Ankara, 2012

Geier, M.; Kant’ın Dünyası, Çev: Erol Özbek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009

Vigoureux, J. M.; Newton’un Elmaları, Çev: Nedim Demirtaş, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2005

Akarsu, B.; Çağdaş Felsefe, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1994

Tanilli, S.; Voltaire ve Aydınlanma, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2007

Tanilli, S.; Fransız Devriminden Portreler, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2007

Hançerlioğlu, O.; Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2012

İnalcık, H.; Rönesans Avrupası Türkiyenin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012

Yeliseyeva, N. V.; Yakın Çağlar Tarihi, Çev: Özdemir İnce, Yordam Kitap, İstanbul, 2009

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol