Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

19. Yüzyıl Dört Osmanlı Düşünüründe Toplum ve Devlet Algısı: Sadık Rıfat, Mustafa Fazıl, Ohannes, Tunuslu Hayrettin

Yazar: Ömer Alkan

1 – Giriş ve Düşünürlere Dair

 

Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı içerisinde farklı dönemlere yerleştirebileceğimiz dört önemli siyasi düşünür, kimliklerinin de etkisiyle, devletin selameti için birbirinden ayrı görüşlerin savunucusu olmuşlardır. Tanzimat öncesi dönemde yetişmiş ve o dönem üzerinde yoğun etkisi olan Sadık Rıfat Paşa, daha sonraki dönemde Tanzimat bürokrasisine muhalif duruşuyla ön plana çıkmış Mustafa Fazıl Paşa, siyasi duruşundan ziyade bilim merakı ve hocalığı ile kendini göstermiş Ohannes Paşa, ve son olarak da İslami duruşu sağlam bir yenilikçi diyebileceğimiz Tunuslu Hayrettin Paşa’nın devlet ve toplum üzerine söylediklerinin farklılıklar arz etmesinde, beslendikleri birikimlerin önemli bir etkisi vardır.

Osmanlı düşünce dünyasının son yıllarında kendine yer edinmiş anlayışların en önemlilerinin öncüleri olarak karşımıza çıkarabileceğimiz dört şahsiyeti doğru anlamanın önemi ortadadır. Bu düşünürleri inceleyerek Osmanlı Devleti’nin geçirdiği siyasi evreleri anlayabileceğimiz gibi, düşünsel anlamda devleti, bürokrasiyi, ve halkı besleyen fikirleri de inceleme olanağı bulabiliriz. En geniş anlamda her birinin fikri tabanına bir isim vermek gerekirse; Sadık Rıfat’ı devletçi bir kameralist, Mustafa Fazıl’ı liberal, Ohannes’i iktisadi liberal, ve Hayrettin Paşa’yı ise ulema sınıfına öncelik tanıyan bir İslamcı olarak tanımlayabiliriz.

Mustafa Fazıl Paşa (1829-1875)

Kahire’de doğan ve meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Mustafa Fazıl da devlet görevlerinde bulunan bir bürokrat olarak görülebilir. Kendisi devlet kademelerinde Maarif ve Maliye nazırlığı yapmıştır. Fakat asıl hayatını bizim ve Osmanlı siyasi düşünü için önemli kılan olay, kendisinin Mısır hidivliğinden padişah fermanı ile mahrum oluşudur. Bu gelişme ile birlikte karşımıza tam anlamıyla muhalif bir paşa çıkar. Osmanlı bürokrasisinin gelişmeye ve güç kazanmaya başladığı zamanlardan itibaren, 1840-1860’lı yıllardan sonra, bu sistemden zarar gören veya sistemin tamamen dışında kalan kişilerin yavaş yavaş muhalif duruşu şekillenmeye başlamıştı denilebilir. Bu muhalif duruşun siyasi çıkar dışında diğer bir sebebi de fikir uyuşmazlığı idi; yalnız kabul edilmeli ki, pragmatik hesaplar muhaliflerin fikirlerine yön vermiştir.

Mustafa Fazıl Paşa, ülke çapında ününü ve bizim için değerini padişaha 1867 yılında gönderdiği mektubuyla kazanmıştır. Bu mektubun ülkenin geneline ilan şeklinde dağıtılması bize bir kamuoyu oluşturma çabasının varlığını gösteriyor. Mektup gönderilmeden öncesindeki durum ve yarattığı etkinin büyüklüğünü Ebuzziya Tevfik şöyle dile getiriyor: “ O zamana kadar, İmparatorluğun bünyesini kaplamış bulunan hastalıkları bilen birkaç kişi, bunların onulmaz olduklarını düşünerek, ümitlerini bütünüyle yitirmişlerdi. Kamuoyu, vakit geldiğinde ilahi bir müdahalenin imparatorluğu koruyup kurtaracağı yolunda yüzeysel bir inanca sahipti. Fakat Mustafa Fazıl Paşa hastalığı teşhis etti… hastalığı teşhis ettiği gibi çaresini de buldu.”

Mustafa Fazıl Paşa siyasi aktörlüğünü diğer yandan muhalif isimleri çevresine toplayıp onları himaye ederek göstermiştir. 10 Ağustos 1867 tarihinde Paris’te çevresinde Ziya Bey, Namık Kemal, Nuri, Ali Süavi, Mehmed Bey, Rifat Bey ve Reşad Bey’i toplamıştı. Bu isimlerin ortak noktası muhalif duruşlarıydı; kimi mevkisinden olmuş, kimi düşünceleriyle Bab-ı Ali tarafından zararlı görülmüşlerdi. Fazıl Paşa bu isimlere para konusunda destek sağlayarak birkaç gazetenin yurtdışında yayın yapmasını ve ülkeye kaçak olarak dağıtılmasını sağladı.

Bu isimlerin düşüncelerinin zayıflığıyla kesinlikle alakası olmamakla birlikte, hareket etmelerindeki asıl dayanak noktası saray entrikaları ve siyasi sorunlar olunca ortaya pragmatik tutumlu kararlar çıkmakta gecikmemiştir. Birkaç yıl içerisinde birçok kez taraf değiştiren ve dağılıp birleşen ekip fikir telakkisinde bulundukları kadar, veya daha fazla, çıkarları peşinde koşmuşlardır. Özellikle Mustafa Fazıl Paşa’nın Paris’teki sürgününün sona ermesinden sonra bu durumu açıkça görebiliriz. Düşünce üreten kişiler olarak himaye edilenlerin maddi olanaksızlıklar dolayısıyla dik duruş sağlayamamaları anlaşılabilir bir durumdur. Fakat Yeni Osmanlılar ekibinin dağılmasının asıl kabahatlisi kanaatimizce Fazıl Paşa’nın siyasi manevralarıdır.

Yeni Osmanlılar, ve dolayısıyla Mustafa Fazıl Paşa Osmanlı düşünce dünyasına asıl damgasını Anayasacılık tartışmalarıyla vurmuştur. Bunun dışında devlet işleyişine dair duruşlarıyla da önemli atılımlar yapsalar da “kanunun üstünlüğü” ve “bürokrasinin gazabından korunma” amacıyla yaptığı çalışmalar oldukça önemlidir. Sadık Rıfat için geçerli olduğu kadar Mustafa Fazıl için de geçerli olan bir durum, pratikte yapılanların tam anlamıyla planlanan teoriyi veremeyeceği gerçeğidir. Mustafa Fazıl Paşa’nın bu yüzden kıvrak siyasi tutumundan ziyade teorik olarak ortaya koyduğu belge olan Sultan’a gönderdiği mektup bizim için değerlidir.

Sakızlı Ohannes Paşa (1830-1912)

Türkiye’de iktisadi liberalizmin temellerini attığını söyleyebileceğimiz isim olan Ohannes Paşa da devletin değişik kademelerinde görev almıştır. Yalnız bu görevlerin düşünce dünyasını şekillendirmesinden ziyade, onda, diğer düşünürlere oranla, daha çok teorik kaygı görmek mümkündür. Türkiye’nin ilk bilim dergisi diyebileceğimiz Mecmua-i Fünun içerisinde fikirlerine ulaşabildiğimiz Ohannes Paşa’nın İlm-i Servet-i Milel adlı eseri oldukça önemlidir. Bu makaleyi dergideki diğer makalelerden ayıran, Ohannes Paşa’nın yetkin bilgisi ve teorisyen duruşudur.

Ohannes Paşa’nın düşüncelerini yeterince anlayabilmemiz için öncelikle Mecmua-i Fünun’un duruşunu iyi kavramalıyız. Türkiye’nin, zamanına göre en entelektüel duruşa sahip dergisi olarak önümüze çıkan Mecmua-i Fünun aslında Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin bir ürünüdür. Bu dernek Fuad Paşa’dan gelen destek ile birlikte, güçlü bir duruş sergileyebilmiştir. Derneğin tüzüğü ve duruşu üzerine bir metni, dergiyi çıktığı dönemde ayniyle takip eden Avusturyalı bir yayından aktarılabilir. Osmanlı Devleti’nin düşünsel birikim elde etmesini ve kendisini güçlü ayakta tutabilmesini siyasi dostluk nedeniyle isteyen Avusturya menşeili bu yayın şunları dile getiriyor:

“Bu derneğin tüzüğü, aylık derginin ilk sayısında (Muharrem 1279 / Temmuz 1862) basılmıştır. Derneğin amacı, 1. maddede, orijinal eserler ve çevirilerin yayımlanması, umuma açık bilimsel konferansların düzenlenmesi ve genel olarak Osmanlı Devleti’nde bilgi ve bilimin bütün kaynaklar kullanılarak yaygınlaştırılması şeklinde ifade edilmiştir. Diğer bir maddede dernek, Mecmua-i Fünun isimli bilim, sanat, ticaret ve endüstri ile ilgili aylık bir dergi yayımlamayı üstlenmektedir. Üçüncü bir madde ise, günlük dini ve politik sorunların inceleme konusu yapılmayacağı ve bu tür sorunları ele alan hiçbir makalenin, dergiye girmeyeceğine dikkat çekmektedir.”

Yazının ilerleyen kısmında derneğin ürünü olan derginin amacından saptığını ve siyasi konulara değindiği dile getirilse de Mecmua-i Fünun bilimsel anlamda çabalarından dolayı oldukça övülüyor. Dergiyi öven başka bir isim ise Ahmet Hamdi Tanpınar; Fransız Ansiklopedistleri benzetmesi biraz abartılı bir yorum olsa da  dergide ansiklopedik bir çaba gözlerden kaçmıyor. Cemil Meriç’e göre de batıdaki “posa fikirlerin” Osmanlı düşüncesine sokulması çabasıdır Mecmua-i Fünun. Her yorumun kendince doğruluk payı bulunmasının yanında iki şey gözden kaçmamalıdır: Öncelikle böyle bir çalışma Osmanlı için oldukça yeni ve zemini olmayan bir üründür. Bu yüzden belli başlı basitliklerin gözden kaçırılması gerekir. İkinci olarak, derginin, ve daha da başta derneğin ekibinin üst düzey yöneticilerden oluştuğu gerçeği gözden kaçmamalıdır. Siyasi emellerin ekseninde gelgitlerin yaşanması durumu istenilen verimin elde edilememesine yol açmıştır.

Derginin, ülkenin düşünsel zemini olarak pozitivizmden beslenmeye başlamasında bir başlangıç olduğunu söyleyebiliriz. Daha çok I. Meşrutiyet sonrasında şekillenecek olan pozivist tutum, ilk olarak kendini bu dergiyle göstermiştir.[5] Pozitif iktisat teorisinin desteklendiği dergiyi topluca incelersek Ohannes Paşa’nın tutumu bize çok yabancı gelmeyecektir. Kendisi, fikir bütünlüğüyle dergiyi düşünceleri ile besleyen diğer kişilerden oldukça üstün olmasının yanında, derginin genel tavrına yakın olan pozitivist bir klasik iktisatçı tutumu sergilemektedir. İlm-i Servet-i Milel yazısı ise Adam Smith’in “Wealth of Nations” eserinin oldukça sağlam bir kopyası gibi durmaktadır.

Tunuslu Hayrettin Paşa (1823-1890)

Hayrettin Paşa’nın zaman zaman oldukça abartılı değerlendirmeleri yanında düşünceleri ve uygulamaları ile birlikte son dönem Osmanlı düşünürlerinden kolayca sıyrılabildiğini kabul etmeliyiz. Çoğu konuda oldukça eleştirel yaklaşan Cemil Meriç’in, Paşayı İbni Haldun ile kıyaslayan tutumu kanaatimizce aşırıdır. Fakat diğer yandan, kendisini bir İslam düşünürü olarak kabul edebileceğimiz Tunuslu Hayrettin’in batıya karşı duruşu oldukça etkileyicidir. Bir Memlük kölesi olarak Tunus’a gönderilen ve kabiliyetiyle devlet görevlerinde oldukça hızlı yükselen Hayrettin, Tunus’ta etkili reform hareketleri içinde kendine yer bulmuştur. 1862 yılına kadar herşeyin yolunda gözüktüğü bir kariyere sahip olan Paşa, vali ve kayınpederi olan Muhammed Sadık Paşa’nın siyasetini ve harcamalarla ilgili tavrını beğenmediği için Bahriye Müdürlüğü ve Meclis Reisliği’nden ayrılır.

Düşünce dünyasının tam olarak şekillendiği ve bütünlüğe kavuştuğu zamanlar diyebileceğimiz 1862-1869 yıllarında büyük görevleri olmayan Tunuslu Hayrettin Paşa temel eseri olan “Akvemü’l Mesalik fi Ma’rifet-i Ahvali’l-Memalik”i tamamladı. Hemen Fransızcası basılan eserin 1876 ve 1878 de Türkçesi basılması, değerinin Osmanlı aydınları tarafından hızlıca sahiplenildiğinin kanıtıdır. Fransızca basımı için kendisi gayret eden Paşa, batının da doğuyu tam anlamıyla idrak edebilmesini istemiştir.

21 Ekim 1873-21 Temmuz 1877 tarihleri arasında Tunus’ta Vezir’i Ekberlik görevinde bulunan Tunuslu Hayrettin Paşa, hızlıca fikri tabanını oluşturduğu düşüncelerini gerçekleştirmeye gayret etti. Yoğun reformcu çalışmalarıyla halkının gözünde de büyüyen Paşa, bir süre sonra iktisadi konulardaki başarılı tutumu dolayısıyla Avrupalı devletlerin baskısı sonucu azledildi. Bir yıl sonra da II. Abdülhamit tarafından sadrazamlığa getirildi. Bu mevkide de pek kalamamasının sebebi Abdülhamit’in otoriter yönetim anlayışına karşılık kendi savunduğu anayasal hukuk devletinin sultan tarafından sahiplenilmemesidir. Daha özgürlükçü bir duruşa sahip olan Paşa, adalet ve hürriyet eksenli bir devlet anlayışını tasavvur ediyordu. Bunun sonucunda da halkının güven içinde yaşadığı bir toplum, amacıydı. Bu amacın Sadık Rıfat Paşa tarafından da öncelik gördüğünü söylemeliyiz: Halkın devletine güvenmesi durumu.

Avrupa ülkelerine birçok kez gitmiş ve birçok düşünceyi yerinde inceleyerek oluşturmuştur Tunuslu Hayrettin Paşa. Kitabında en büyük gayretinin ulema sınıfının üzerine vazife olan konuları hatırlatmak ve onlara yön vermek olduğu açıkça sezilir. “En Emin Yol” ismiyle Türkçeleştirebileceğimiz kitap İslam dünyasına adanmıştır. İslam düşünürü olarak zikrettiğimiz Tunuslu Hayrettin Paşa, ulema sınıfına en yüksek sorumlulukları yükler. Gerektiğinde yöneticilerin eleştirilmesi görevini klasik İslam devletlerinde olduğu gibi ulema yapmalıdır; fakat önce bu sınıfın liyakatine kavuşması elzemdir Paşa’ya göre. Batı’nın gerektiğinde bilim ve teknik konularının yanında düşünsel anlamda beslenilecek bir kaynak olduğunu uzun uzadıya izah etmesinin sebebi ulemanın görüşünü açmaktır.

2 – Karşılaştırmalı Olarak Düşünürleri Belli Başlıklarda İnceleme

Teori ve Pratik çizgisi ve Pragmatiklik Algısı

Düşünür yönleriyle ele aldığımız dört ismin de görevleri itibariyle birer uygulayıcı, Paşa olmaları bu noktayı belirginleştiriyor. Teori ve pratik çizgisinde son dönem Osmanlı aydınları genel itibariyle pratiği amaç haline getiren bir duruş sergilemelerinin yanında güçlü birer kuramcı olarak da gözükürler. Bu durumun, sadece yönetici kadronun üst düzey eğitim aldığı gerçeğinden ortaya çıktığını dile getirebiliriz. Asli vazifesi yönetici olan sınıfın bir araştırmacı edasıyla uygulamalarını sağlam teorilerle desteklemesi durumunu görürüz tipik bir Osmanlı aydınında. Bu yaklaşım tarzı, yani pratik çıkarlar doğrultusunda teori üretme doğrultusu ilk başta doğru olan gibi görülebilir. Fakat diğer yandan, düşüncenin, teorinin pratik hedeflerden önce gelmesi “aklın ayaklara yön vermesi” gibi bir durumdur.

Osmanlı Devleti kuruluşunun ilk yıllarında bu sorunu ulema sınıfının özerk duruşuyla çözmeye çalışmıştı. Ulema, bürokratik sınıfın yanlış gidişatını eleştirebilme, gerektiğinde bu sınıfa yön verebilme yetkisine sahipti. Bu durum, bize teorinin, ilkenin önderliğini gösteren bir delildir. Fakat zaman içerisinde pratik sahanın sınırları içine giren ulema sınıfı ve vazifesi teori üretmek, ilkeleri belirlemek olan kesim, pratik çıkarların amaç ilkelerin ise kazancı bollaştırmaya birer araç olarak görülmesi algısına müsait bir durum içerisine girmiştir. Bu anlamda zaman içerisinde bu sınıfın anlamını yitirip sistem içerisinde kaybolmasının pek yadırganmaması gerekir. Diğer yandan bu dönüşüm içerisinde son dönem Osmanlı aydınının bulunduğu durum itibariyle vazifesi oldukça zordur. Aslen uygulayıcı olan son dönem Osmanlı “aydını” aydınlık vazifesini gerçek anlamıyla yapma, yani özerk bir duruş ile teori üretip, ürettiği teorinin uygulamada eleştiricisi veya denetleyicisi olma mevkisine sahip değildir.

Bu sorun, Osmanlı bürokrasisinden belli kesimin güç kaybedip mevkisinden olması sonucunda sadece eleştiri endeksli bir duruşa geçmesi ile çözülür. Yeni Osmanlılar hareketi bir anlamda teori üretme adına devletin kendi kurumlarının yerine getiremediği sahayı doldurur. Kamuoyu oluşumu, sivil sahada düşünce üretme veya eleştirme olgunluğu teori ve pratik dengesinin tekrardan kurulmasına olanak sağlamıştır.

Bu gerçeği görerek dört düşünürümüzü pragmatiklik algısıyla incelemeye başlayabiliriz. İlk olarak, Sadık Rıfat Paşa’nın durumunu incelemek istersek, ortada hem uygulama hem de düşünce üretme vazifesini üzerine yüklenmiş bir bürokrat görürüz. Bu zorunlu teorisyenlik, Osmanlı’nın son ve kökten değişim döneminde bürokratın üzerine kalmış bir vazifedir. Evet, o bir teorisyendir, fakat uygulamanın önderlik ettiği bir teorisyenlik görürüz Sadık Rıfat Paşa’da. Teori üretecek kimsenin olmaması sebebiyle üzerine aldığı zorunlu görevin hakkını yerine getirmeye çalışsa da o bir pratisyendir. düşüncelerinin kuruluş biçimi de bunu gösterir. Ülkenin refahının artması yolunda verdiği spesifik örneklerle genel bir yargı koyacak teorisyen kıvamında olmadığı açıktır. Ama sonuçta, tanzimat dönemini başlatan Gülhane Hatt-ı Hümayün’ünde ve sonrasındaki uygulamalarda düşüncelerinin izlenmesiyle teorik yönünün büyüklüğü de ortadadır. Toparlayacak olursak, pragmatik çıkarların önde olduğu teorik yönü güçlü bir pratisyendir Sadık Rıfat Paşa.

Mustafa Fazıl Paşa açısından pragmatiklik algısını irdelemek gerekirse, karşımızda yenilmiş bürokrat ve hakkını kaybetmiş bir hidiv vardır. Konum itibariyle eleştiriyi uygun bir şekilde getirebilecek ve belki de teori üretebilecek durumu olmasının yanında böyle bir birikime sahip olmadığını açık bir şekilde görürüz; özellikle de Namık Kemal ile karşılaştırır isek. Diğer yandan hidivliği tekrardan kazanabilme ihtimalleri ortaya çıktıkça yön değiştiren bir şahıs ile karşılaşıyoruz Fazıl Paşa’da. Teorik anlamda tek çalışması olarak Sultan’a gönderdiği mektup açısından değerlendirecak olursak, burada sağlam bir teori görmek mümkün. Yalnız, Paşa’nın gösterdiği çoğu çabayı çıkarları amacıyla ortaya koyduğunu düşünürsek, bunlar doğrultusunda Mustafa Fazıl için pratiği ön planda olan pragmatik bir kişilik tanımını rahat bir şekilde koyabiliriz.

Üçüncü olarak, Ohannes Paşa’da durum diğerlerine oranla bir nebze farklıdır. O görev itibariyle Paşa’dır, evet. Fakat bu durumu hiçbir şekilde teori üretirkenki tutumuna zarar vermemiştir. İlm-i Servet-i Milel adlı eseri üzerinden değerlendirecek olursak, burada yalnızca teori endeksli bir düşünce üretme arzusu vardır. Mecmua-i Fünun’un kuruluş amacı itibariyle de siyasetin dışında bir dergi tasavvuru, Paşa’nın yazısını bize pratik kaygısı olmayan teorik bir çalışma olarak gösterir. Kısacası, ürettiği eserde salt teori kaygısı gütmüş olan Ohannes Paşa, görev icabı ise bir uygulamacıdır.

Son olarak Tunuslu Hayrettin Paşa, bir devlet adamı olarak konumu belirgindir. Fakat daha önce de dile getirdiğimiz gibi, son dönem Osmanlı-İslam bürokratlarına zorunlu olarak teorisyenlik görevi de düşmüştür. Bu durum göz önüne alındığında, ortaya En Emin Yol cinsinden güçlü bir eser koyması Hayrettin Paşa’nın büyüklüğünü gösterir. Bir devlet adamı olduğu zamanlardaki birikimleriyle, yerinde yorumlar getirerek sistemini sağlam bir şekilde kurmuştur Hayrettin Paşa. Onun için, teorisyen ve uygulayıcılık görevlerini yerine getirebilmiş, son dönem şahsiyeti olmanın zorluğunun altından kalkabilmiş bir zat diyebiliriz.

Yaşamları ve eserleriyle birlikte hızlıca bir tekrar etmek gerekirse, Sadık Rıfat Paşa’da pratisyenliğin gölgesinde kalmış bir teorisyen, Mustafa Fazıl Paşa’da uygulamacı, Ohannes Paşa’da teorisyen, Tunuslu Hayrettin Paşa’da, Rıfat’ın bir üst seviyesinde, teoriyle pratiği yerinde becerebilen kişiler görürüz.

 

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol