
Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…
Postmodernizm
Yaşadığımız döneme damgasını vurmuş olan postmodernizm, artık bir entelektüel çerçeve olmaktan çok zamanımızın ruhu (zeitgeist) olarak kabul edilmektedir. Jameson, postmodernizmi, geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak tanımlamıştır. Fakat önce modernizm üzerinde kısaca duralım.
Modern kavramı genel olarak çağdaş anlamında kullanılsa da, modern dönem denince kastedilen on sekizinci yüzyıl aydınlanma döneminden günümüze dek gelen dönemdir. Bu dönemin paradigmasını oluşturan temel unsur, rasyonalitedir. Rasyonalite kavramıyla anlatılmak istenen basitçe şudur: Akla verilen değer ya da aklın egemenliği, dolayısıyla bilim ve onun evrensel niteliğinin (özneler ve kültürler üstü oluşunun) kabulü.
Fakat yirminci yüzyılda yaşanan felaketler dizisini bir düşünelim: Birinci dünya savaşı (1914 -1918), sonrasında nazizm ve faşizmin yükselişi, ikinci dünya savaşı (1939 -1945), bu savaş esnasında yaşanan holocaust yani soykırım vahşeti, 1945 de Hiroshima ve Nagazaki’de yaşanan nükleer dehşet, ikinci dünya savaşı sonrası yaşanan ve nükleer tehdit içeren soğuk savaş, vs.
Bütün bunlar, batı insanının batı uygarlığına ve kültürüne olan inancında büyük bir kırılmaya neden olmuş ve bunun sonucunda tüm bu uygarlık ve kültürü temsil eden modernizme karşı giderek artan bir tepki oluşmaya başlamıştır. Bu tepkiler, sonunda postmodernizm adı verilen bir akımı doğurmuştur. Postmodernizmin önemli isimleri arasında Foucault, Lyotard, Derrida, Barthes ve Lacan sayılabilir. Postmodernizmin öncüleri ise felsefe tarihinin iki büyük ismidir: Nietzsche ve Heidegger.
Postmodernizmi en iyi tanımlayanlardan biri Lyotard’dır. Ona göre, postmodernizm post-endüstriyel topluma karşılık gelen bir “durum”dur. Lyotard’a göre postmodern durum, üst-anlatılara duyulan inançlarda yaşanan erozyonla karakterize edilir. Nedir üst-anlatı? Şöyle açıklanabilir: Kimi “hakikat”ler, belli bir geleneği ve belli bir bakış açısını paylaşan gruplar tarafından yaratılır. Bu gruplardan bazıları, diğer grupların dünya görüşlerini susturmayı başarır ve kendi yorumlarının evrensel doğruluk taşıyan tek yorum olduğunu iddia eder. Bu şekilde ayrıcalık kazanan bu yorumlar (ya da dünya görüşleri ya da “hakikat”ler) tüm topluma empoze edilir. İşte bu türden sözde hakikatlere “üst-anlatı” adı verilmiştir. Lyotard üst-anlatılara örnek olarak hristiyanlığı, marksizmi, ırkçılığı, aydınlanma ve hümanizma projelerini verirken kapitalizmden hiç bahsetmemiştir.
Postmodernistlere göre postmodernizmin öncelikli amacı, modernizmin politik çıkarlar için kullanılan normlarını sorgulamak ve içerdiği çelişkileri açığa çıkarmaktır. Böylece insanları modernizmin ilerleme, evrensellik gibi kimi “saplantı”larının despotizminden ve aydınlanma geleneğinin soğuk akılcılığından kurtarmak, ayrıca üst-anlatıların bastırdığı farklı kültürleri öne çıkarmak mümkün olacaktır. Bu türden amaçlarla yola çıkan postmodernizmin zaman içerisinde kimi kazanımları olmuşsa da, gelinen noktada eksileri artılarından fazla olmuştur.
Postmodernizmin artıları:
– Postmodernizm, felsefi bir akım olarak şüpheciliğin bir türüdür. Postmodernizmin öncelikle otoriteye ve baskıcı normlara (kültürel ve politik) yönelik şüpheci tutumu, bunlara karşı koyabilmek için gerekli atmosferi yaratmıştır. Şüpheci tutum çoğulculuğu da gerektirir; postmodernistler, çoğulculuğa dayalı bir eşitlik anlayışını savunmuşlardır.
– Foucault’nun katkıları önemlidir. Foucault insan bilimleri alanlarında çalışanları, bilhassa şu konularda duyarlı hale getirmiştir: iktidar ilişkileri, bilginin doğası ve işlevi, toplumsal normların ortaya çıkışı. Ayrıca, öznelliğin iktidar ilişkileri ve söylemler tarafından nasıl belirlendiği konusuna dikkatleri çekmiştir.
Postmodernizmin eksileri:
– Postmodernizm, evrensel akıl anlayışını kabul etmediği gibi, evrensel değerlerden de söz edilemeyeceğini savunur. Fakat rasyonel ve evrensel referanslar olmayınca kör inançlar öne çıkar ve bunun sonucunda bağnazlık ve fanatizm yükselişe geçer, geçti de. Günümüzün “büyüsü bozulmuş” dünyasında ciddi bir anlam bunalımı yaşayan insanların kimisi kökten dinci örgütlerin tuzağına düşerken, kimileri de mistik anlatı ve öğretilere kapılıp gitmektedir. Postmodernizmin çoğulculuğu, dinci cemaat ve tarikatlara hoşgörüyü de kapsar. Böylece dinin siyasallaşmasına uygun ortam hazırlanmış olur.
– Postmodernizm, aşırı göreceli yaklaşımı yüzünden, tüm hakikat iddialarını geçerli sayabilmekte ya da hepsine hoşgörüyle yaklaşmaktadır. Bu bağlamda, yerleşik bilim anlayışına da saldırır ve bilimin doğruluk iddiasında bulunamayacağını iddia ederek bilimi güvenilir bir otorite olmaktan çıkarır. Bu tutum ise, toplumun nesnel gerçekliğe kayıtsız kalmasına neden olmaktadır. Hangi hakikatin geçerli addedileceğine ise, bütünüyle gücü elinde bulunduran odaklar karar vermektedir.
– Yaşadığımız dönem, postmodernizmin etkisiyle artık “hakikat ötesi” diye adlandırılan bir dönemdir; gerçek ya da hakikat artık tedavülden kalkmış, onun yerini komplo teorileri doldurmaya başlamıştır.
– Postmodernizm bütün değerleri acımasızca sorgulamış fakat yeni değerler ve yeni bir düzen önermemiş ya da önerememiştir. Bu tutumun kaçınılmaz sonucu ise nihilizmdir.
Postmodernizm konusunu sonlandırırken kısaca Habermas’ın görüşlerinden bahsetmek istiyorum. Habermas, modernlik projesini ve aydınlanma mirasını bir Robespierre katılığı ile savunan bir düşünürdür. Ona göre, postmodernist düşünürler üzerinde durdukları zemini de yıkacak denli ileri gitmişlerdir. Habermas’ın temel iddiası, modernizmin tarihi bir süreç olmaktan çok bir proje olduğu ve bu projenin henüz tamamlanmadığıdır. Bu yüzden, bu projenin akıl ve evrensellik gibi temel kavramlarının yeniden inşası elzemdir. Özellikle akıl dışı akımların güçlendiği bir dönemde, felsefenin “aklın bekçiliği” görevini sürdürmesi gerekmektedir.
Yapısalcılık
Saussure ve yapısalcılık:
Yapısalcılığın temelinde Ferdinand de Saussure’nin dilbilimsel teorileri bulunur. Saussure, insanların ne söyledikleriyle değil, bunları söylemelerine imkan veren yapılarla ilgileniyordu. Saussure öncelikle dilin “gösterge”lerden oluşan bir sistem olduğunu vurgulamıştır. Her gösterge bir “gösteren” ve bir de “gösterilen”den oluşur. Gösteren bir sözcük, gösterilen ise bir kavramdır. Bu göstergeler sisteminin içsel bir grameri ya da derin bir yapısı vardır ve bu derin yapı, dilin çeşitli birimlerinin işleyiş tarzını yönetir. Bu birimlerin her biri, ancak bir bütün olarak sistemle olan ilişkileri çerçevesinde bir anlama sahip olabilir.
Bu dilbilimsel model, batı entelektüel tarihinin en büyük akımlarından biri olan yapısalcılığı başlatmıştır. Yapısalcılık, bu modeli bütün sistemlere uygulama girişiminin adıdır. Yapısalcılık, dünyanın birbirine bağlı bir sistemler dizisi içerisinde örgütlenmiş olduğunu savunur. Yapısalcı çözümlemenin amacı, söz konusu sistem ister bir kabile miti, ister reklamcılık endüstrisi, isterse edebiyat ya da moda dünyası olsun, sistemdeki içsel grameri açığa çıkarmaktır.
Kant ve yapısalcılık:
Yapısalcılığı anlamak için, felsefe tarihinin en büyük isimlerinden biri olan Kant’ın çalışmalarını da irdelemek gerekir. Çünkü “yapı” kavramını felsefeye tanıtan Kant olmuştur. Kant, bilgi edinmek için sadece deneyimin yeterli olamayacağını, zihnin de katkısının gerekli olduğunu savunmuştur. Bu katkıyı zihindeki kimi “yapılar” yapmaktadır. Kant, insan zihnindeki bu yapılara “transandantal yapılar”, bu felsefi görüşe ise “transandantal idealizm” demiştir.
Bu görüş, basitçe “içsel olmadan dışsal olmaz” şeklinde formüle edilebilir yani bir nesne, bilinebilmek için bizim içsel kurallarımıza uymak zorundadır. Transandantal yapılar, bu yapılar olmadan anlaşılamayacak olan bir realiteye kendisini empoze etmektedir. Bu yüzden, insan bilgisi koşullu bilgidir; insan zihninin transandantal yapılarıyla koşullanmıştır.
Kant’dan önce bir nesneyi bilebilmek için, insan zihninin o nesneye uygun bir yapıda olması gerektiği düşünülürdü. Kant bu görüşü ters yüz etmiş ve bu paradigma değişikliğini felsefi “Kopernik devrimi” olarak adlandırmıştır. Artık özne nesneye değil; nesne özneye tabidir. Bir başka ifadeyle, “nesnel” gerçeklik, “öznel” bir transandantal çerçeveye dayanmaktadır.
Aşağıdaki alıntıda Zizek, bu yaklaşımın kuantum fiziğinde de muadili olduğunu vurgulayarak konuyu çok güzel toparlamıştır:
“Kant’ın transandantal idealizminden çıkan ders şudur: Kaotik bir hal içinde bulunan duyusal izlenimleri “nesnel” gerçekliğe dönüştüren husus, transandantal sentez şeklindeki “öznel” edimdir. Bu noktada kuantum fiziğini anmamız gerekir: Kuantum salınımlarını tek bir “nesnel” gerçeklikte sabitleyen husus, öznenin algısıdır, algılama ediminde kuantum dalgalarının çökmesidir. Böylece her canlı, kendi “gerçekliğini” algılar.
Adrian Johnston’un önerdiği üzere, belki de ancak “transandantal materyalizm” oksimoronuyla ifade edilebilecek şeyin ana hatlarını artık anlayabiliriz: Tüm gerçeklik transandantal bir şekilde oluşmuştur. Dolayısıyla özne ile nesne (veya insan ile gerçeklik) ancak karşılıklı bir ilişki içinde var olabilir.” (1)
Yapısalcılıkta sisteme içkin derin yapı ile Kant’da özneye içkin transandantal yapı arasındaki benzerliğe dikkat çeken Paul Ricoeur, yapısalcılığı transandantal öznesi olmayan bir Kantçılık olarak tanımlamıştır. Yapısalcılık, dil sisteminin transandantal özneyi ikame ettiği (yerine geçtiği) bir yaklaşımdır.
Anrtopolog Levi-Strauss, yapısalcı yaklaşımın potansiyelini ilk keşfedenler arasındaydı. Levi-Strauss’a göre, tüm gösterge sistemlerinin işleyişlerini yöneten derin yasalar evrensel olup herhangi bir tikel kültürü aşmaktadır. Bu derin yasalar insanlığın kolektif zihninde mevcuttur. Levi-Strauss’a göre mitlerin heterojenliğinin ardında her mitin indirgenebileceği belirli evrensel yapılar vardır. Daha sonra yapısalcı çözümleme tarzını, Barthes edebi incelemelere, Foucault kültür tarihine, Lacan ise psikanalize uygulamıştır.
Yapısalcılık, dil ve psikanaliz:
Yapısalcılık, öznenin anlamın kaynağı olduğunu iddia eden yerleşik anlayışa ağır bir darbe indirmiştir. Çünkü yapısalcı anlayışa göre, dil bireyden önce geliyordu; dil bireyin değil, birey dilin ürünüydü. Anlam veya dünyayı yorumlama biçimimiz dillerin bir işleviydi ve bunların değişmez hiçbir yanı yoktu. Anlam, dünyanın her yerinde, her insanın sezgisel olarak paylaştığı ve sonradan dil aracılığı ile ifade ettkleri bir şey değildi. Anlam, her şeyden önce, hangi dil ve alfabenin kullanıldığına bağlıydı. Bir başka ifadeyle, kelimeler ve şeyler arasında doğal bir bağ bulunmuyordu. Artık gerçeklik, sadece dil tarafından yansıtılmayı bekleyen şeylerin bir düzeni olarak görülemezdi. Kısaca söylemek gertekirse, gerçeklik dil tarafından yansıtılmıyor, dil tarafından üretiliyordu.
Gelelim yapısalcılık ve psikanaliz ilişkisine. Yapısalcılıkta, bilinçdışının yapısı dilin yapısına analog (hatta aynı) olarak kavranır. Dil bilinçdışı bir yapıda olduğu gibi, bilinçdışı da bir dil yapısı taşır. Bu kavrayış, yapısalcılık ile psikanaliz arasındaki yakınlığın temel saikidir. Bilinçdışı, bizatihi bir bilinçdışı gibi düşünülmesi gereken yapısal sistemin bir parçasıdır. Freudyen bilinçdışı, “yapısal bilinçdışı” diye adlandırılabilen bir süreçte yer alan bir mantığa tabidir.
Saussure’ye göre, dilin yasaları bilinçdışı düzeyde, öznenin kontrolü dışında işlev görür. Bir işleyiş kuralı ne kadar bilinçdışı ise o kadar belirleyicidir. Bu yüzden, Levi-Strauss’a göre, “insanlar kendi tarihlerini yaparlar, ama yaptıkları şeyi bilmezler.” Sanki insan ve onun kültürü, sürekli mırıldanıp duran anlaşılmaz bir dille çevrelenmiş gibidir. Yapısalcı bilgi işte bu mırıltının sembolik yapısını kavranılır kılmaya çalışır. Dilin psikanaliz için önemini dört başı mamur bir biçimde ortaya koyan Lacan olmuştur: Ona göre, her birimiz dilin yaratısıyız. Bir başka ifadeyle, “özne, ötekinin söylemidir. Lacan’ın en etkili olmuş çıkarımı, bilinçdışının yapısıyla ilgilidir: “bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.”
Postyapısalcılık
Yapısalcılık hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar; şimdi postyapısalcılığa geçiyoruz. Postyapısalcılık, yapısalcılığın ilkelerine karşı çıkan bütün teorilere göndermede bulunan bir terimdir. Postyapısalcılık bir reddiyedir; yalnızca yapısalcılığı değil, aynı zamanda onun gerisinde yatan ideolojik varsayımları da reddeden kapsamlı bir kültürel ve politik bir harekettir. Postyapısalcılığın önemli isimleri arasında Derrida, Barthes, Foucault, Lacan, Lyotard, Baudrillard, Kristeva, Deleuze ve Guattari sayılabilir.
Derrida:
Önce postyapısalcılığa damgasını vurmuş olan Derrida üzerinde biraz duralım. Derrida, derin yapısal modellerce belirlenmiş bir gelecek anlayışına karşı çıkarak, geleceğin her zaman açık olarak düşünülmesi gerektiğini vurgulamış, postmodernistler gibi modelin katılığına ve otoriterizmine tepki göstermiştir.
Postmodernistlere göre dil, klasik yapısalcıların düşündükleri gibi açıkça tanımlanmış, sınırlandırılmış bir yapı değildir. Dil, içindeki unsurların sürekli olarak karşılıklı bir ilişki ve dönüşüm içinde oldukları, sınırsız bir ağa benzer. Postyapısalcılık işte bu ağa benzeyen karmaşıklığı “metin” kelimesiyle adlandırır.
Derrida, işte bu metni belli bir stratejiye göre çözümleyip yorumlamak anlamına gelen “yapıbozum” (ya da yapısöküm) kavramını ortaya atmıştır. Yapıbozum, postyapısalcı ethosun en güçlü ifadelerinden biri haline gelmiştir. Yapıbozum, metindeki çelişki ve paradoksları göstermeye ve böylece metnin altında yatan gerçek gündemi açığa çıkarmaya çalışır.
Derrida’nın göstermeye çalıştığı şey, dilin istikrarsızlığıdır. Bunun sonucunda her zaman bir “anlam kayması” gerçekleşir. Derrida bütün Batı felsefesinin, bir sözcüğün anlamının herhangi bir kayma olmaksızın aktarılabileceği önermesi üzerine kurulduğunu ve bunun bir yanılsama olduğunu ifade etmiştir. Dilin hiçbir öğesi mutlak anlamda tanımlanabilir değildir; dilde yakalanmaya çalışılan her şey anında kaçar gider. Söylediklerimle ya da yazdıklarımla size kendimi bütünüyle sunabildiğimi sanırım; ama bu mümkün değildir; çünkü, göstergeler kullanmak demek, iletmeye çalıştığım anlamın dağılması, kendisiyle asla birebir aynı olmaması anlamına gelir.
Derrida, ayrıca yapısalcılığın önemli bir karakteristiği olan “ikili karşıtlıklar” anlayışına da şiddetle karşı çıkmıştır. Derrida’ya göre, erkek-kadın, akıl-duygu, efendi-köle, doğa-kültür, ışık-karanlık, düzen-kaos, vs. gibi ikili karşıt terimler, örtük bir hiyerarşik yapıya sahip oldukları için, terimlerden biri ötekini dışlamaktadır. Bu yüzden bu “karşıtlık”ların yeniden sorgulanması ve yapıbozumuna tabi tutulması zorunludur. Postyapısalcılığın çözmeye çalıştığı ikili karşıtlıklar içinde en eskisi ve en tehlikelisi erkek-kadın karşıtlığıdır.
Barthes ve yazarın ölümü:
Biraz da Barthes’den bahsedelim. Postyapısalcılığın savaş naralarından biri de, Barthes’in “yazarın ölümü” nosyonudur. Buna göre, bir metnin anlamının nihai karar mercii yazar olmamalıdır. Yazarın otorite figürü ya da kültürel ikon olmaktan çıkarılması gerekir, böylece okurlar daha yaratıcı okumalar yapabilirler. Barthes’e göre, edebiyatta konuşan aslında yazarın kendisi değil, bütün çok anlamlılığı ile “dil”dir. Okur, yazarın metinde ne anlatmak istediğini değil, kendisinin metinden çıkardığı yorumları önemsemelidir. Yazarın “ölümü”, okurun doğumu olacaktır.
Foucault ve öznenin / insanın ölümü:
Postyapısalcılık yazarın ölümüyle yetinmemiş, özneyi de öldürmüştür. Postyapısalcılara göre özne dediğimiz şey zaten tartışmalı bir kavramdır. Çünkü her şeyden önce özne bir inşadır ama kendi kendisini inşa ediyor değildir; özne aslında “büyük öteki” adı verilen simgesel düzen tarafından inşa edilir. Bu yetmezmiş gibi, Freud bilinçdışına ilişkin teorileriyle özneyi iyice tartışmalı bir hale getirmiş ve skandalın boyutlarını genişletmiştir. Özgür sandığımız birey artık ne özgür ne de bireydir. Öznenin o eski imtiyazlı statüsünün sorgulanır hale gelmesi yüzünden, postyapısalcılara göre geleneksel öznel – nesnel ayrımı da geçerli değildir.
Yapısalcı programın postmodern dünyaya dönüşüm sürecinde ortaya çıkan en önemli teorisyen Michel Foucault’dur. Foucault, bütün düşünce okullarına, kendi çağdaşları Derrida ve Barthes’dan bile daha fazla esin kaynağı olmuştur. Kendisi kabul etmese de hem Fransız yüksek yapısalcılığının merkezi figürü hem de postyapısalcılığın en önemli isimlerinden biridir. Foucault’nun düşüncelerinin Nietzsche’ye çok şey borçlu olduğunu özellikle belirtmek gerekir.
Foucault’nun çalışmalarının iki odak noktası vardır: iktidar ve bilgi arasındaki ilişki ve öznenin statüsü. Foucault için “bilgi”, bir güç oyunudur; bilgi, başkalarını tanımlama gücünü elinde tutmaktır. Foucault iktidar ve bilgiyi birlikte ele alır. İktidar bilgiyi üretir, bilgi de iktidarın sürekliliğini sağlar. Bilgi ve iktidar iç içe geçmiştir, adeta bir sarmal oluştururlar.
Onun iddialarından en radikal ve cesaret kırıcı olanı ise “insan” kavramının belirli iktidar ilişkilerinin bir sonucu olmasıdır. Dahası, iktidarın oluşturduğu birey aynı zamanda iktidarın aracısıdır yani iktidar, iktidarını bizim aracılığımızla gösterir ve gerçekleştirir. İktidar kavramını biraz daha açalım. Foucault’ya göre iktidar, devlet aygıtına içkin bir güç değildir; iktidar tüm toplumsal yapıya içkindir. Çünkü her bireyin elinin altında en azından bir tutam iktidar bulunur. Devlet ancak kendinden önce de var olan aile, akrabalık, mahalle, hemşerilik ve benzeri diğer iktidar ağları sayesinde işlevini yerine getirebilir. Ülkemiz özelinde üzerinde durulması gereken bu önemli konuyu, bırakalım Foucault açıklasın:
“İktidar bir kurum olarak algılandığında yalnızca devlet aygıtları içine yerleştirilmiş olur; halbuki ilişki bağlamında, iktidar ilişkileri bağlamında tanımlanırsa anlam çok değişir. İktidar bir “şey” değildir; iktidar sahip olunan bir şey değildir; iktidar özünde bir etkileşim tarzıdır. Bu yüzden iktidar yerine iktidar ilişkileri terimini kullanıyorum. (2)
İktidar ilişkisi örneğin bir kadın ve bir erkek arasında, ana baba ile çocuklar arasında, bilenle bilmeyen arasında her zaman mevcuttur. Dolayısıyla iktidar her yerdedir; her şeyi kapsadığından değil; her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.” (3)
Tekrar özne ve onun ölümü meselesine dönelim. Foucault evrensel, tarih dışı ve kurucu bir özne kavrayışına karşıdır. Kurucu değil kurulan (inşa edilen) bir öznedir modern özne. Ve neyse ki, yakın tarihli bir icat olan bu özne, bu insan Foucault’nun ifadesiyle, pek de uzak olmayan bir gelecekte, deniz kıyısındaki kumlara çizilmiş bir yüzün dalgalarla silinip gitmesi gibi, yok olup gidecektir. Tabii ki burada öleceği ilan edilen insan, belirli bir insan kavrayışı daha doğrusu aydınlanmanın ve hümanizmin savunduğu özgür – özerk insan ya da özne anlayışıdır. Foucault’ya göre artık özgür birey anlayışı ortadan kalkmıştır. Bunca zaman kabul gören sözde özgür birey anlayışı sadece ve sadece iktidarın kendisini gizlemesine yaramıştır.
Alıntılar:
Yararlanılan başlıca kaynaklar:
-Stuart Sim, Postmodern Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü, Ebabil yayıncılık, çev. Mukadder Erkan, Ali Utku, 2006.
-Olivier Dekens, Yapısalcılık, Bilge kültür sanat yay., çev. Atakan Altınörs, 2017.
-Madan Sarup, Postyapısalcılık ve Postmodernizm, Pharmakon yayınevi, çev. Abdülbaki Güçlü, 2019.
-Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Ayrıntı yay., çev. Tuncay Birkan, 2018.
-Ömer B. Albayrak, Alman İdealizminde Aşkınlık ve Tarihsellik, Ayrıntı yay., 2022.
-Nick Mansfield, Öznellik, Babil kitap, çev. Elif Okan Gezmiş, 2021.
-Raymond Geuss, Konuyu Değiştirmek, Dipnot Yay., çev. İbrahim Yıldız, 2019.
-Slavoj Zizek, Hiçten Az, Encore yay., çev. Erkal Ünal, 2016.
Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…