Mikail Boz, Kayseri doğumlu. Okumaya erken başladı ancak erken ara verdi. Berberlik, tuhafiyede satış danışmanlığı derken henüz 12 yaşında İstanbul’da çocuk işçi olarak konfeksiyonda çalışmaya başladı. İster istemez konfeksiyonun o tozlu, çalışma saatleri düzensiz, vıcık vıcık terli, melankolik ve arabesk ortamı (aslında sosyolojik olarak incelemeye çok müsait) kimliğine sindi. Geç kalmışlık duygusuyla, aslında biraz da konfeksiyonun az önce sayılan atmosferinden kurtulmak için açık öğretimde okumaya başladı. Bu sıralarda bol bol okudu, dinledi (belki konfeksiyonda olmasaydı o uzun çalışma saatlerinde dünya ve Türk edebiyatının temel eserlerini “okuması” mümkün olmazdı), ilk deneme ve öykülerini yazmaya başladı. Yine bir işçi olarak ve bu türden yolculukların getirdiği sarsıcı sınıfsal “karşılaşmaları” göze alarak bolca tiyatroya, operaya, oda müziği dinletilerine katıldı. Açık ilköğretimi tamamlamışken duraklamadan açık lise okumaya karar verdi. Sınavlarının büyük bir kısmına askerliğini yaparken girdi. Askerden dönmüş ve liseyi bitirmişken bari bir de açıktan üniversite okuyayım diye düşündü. Hemen her zaman olduğu gibi el yordamıyla, kendi yönünü kendisi tayin etmeye çalışarak sınava hazırlandı; beklemediği kadar iyi bir puan elde etti. Önce Kocaeli Üniversitesi, daha sonra yatay geçiş ile Marmara Üniversitesi’nde Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü nerdeyse 30 yaşına merdiven dayamışken bitirdi. Arada Anadolu Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde lisansını da aldı. Sonrası biraz daha kolaydı; birkaç günlüğüne “ünlü” olduktan sonra Ege Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışıp Yüksek Lisansını Zeki Demirkubuz Sineması üzerine, Doktorasını aynı üniversitede Amerikan Post-Apokaliptik Bilimkurgu Sineması üzerine yazdı. Halen Isparta Uygulamalı Bilimler Üniversitesi’nde Sinema alanında Doçent olarak çalışmakta.

Yazarın kimliğine erkenden çocuk işçi olarak hayata atılmanın zorlukları ve asıl uğraş ve mesleğine geç başlamışlık sindi. Yazara göre muhtemelen sınıfsal bir karakteri olan bir fenomen vardır: Dünyanın size karşı durması. Buna göre azıcık bir şeye dair umut etseniz ve hakkında konuşsanız bir anda kaos hâkim olur ve beklentiler gerçekleşmez. Yeni bir işe girişirken veya umutla bir şeyi beklerken sahip olduğumuz ketumluk, bu dünyaya karşı sessizce yaşama arzusunun bir dışavurumudur. Ne zaman bu beklentiyi açığa vursak bir anda dünya bize karşı cephe alır ve elbirliğiyle o beklenen şeyi gerçekleştirmemek için didinir durur. Bu anda birden “miş gibi”, hiçbir şey “beklemiyormuş gibi”, “umut etmiyormuş gibi”, “olmayacakmış gibi” yaşamaya başlarız. İlginç beklenti ve umutlarla toplumun radarına girmektense sessizce beklediğimiz ama hakkında konuşmadığımız o yazgının gerçekleşmesini umarız. Sanki olan biten biz dâhil herkes için bir sürpriz olması gerekiyormuş gibidir. Açığa vurulduğunda, dile getirildiğinde hemen her şey sizin karşınızda duracak, sizin üstünüze çullanacak ardınızda tutup ilerlemenize engel olacak gibidir. Bu duygu durumu elbette sınıfsaldır; oldum bittim iyi şeyler başına gelmeyen, gerçekleşirse de hep habersiz ve umutlar tükendiğinde gerçekleşen bu olaylar alt sınıftan insanları zorunlu bir suskunluğa iter. Alt sınıftan insanlar bu “yazgıyı” karşısına almaktansa suskunluk zırhını üstüne giyiniverir. Sabırla bekler ve artık umutlar gerçekleştiğinde rahatlıkla, sanki aniden olmuş gibi haberini gönül rahatlığıyla herkese duyurur. Gerçekleşmediğinde ise zaten konuşulacak bir şey yoktur ve sessizce yaşamaya devam ederiz. İşte yazar bu sessiz ketumluk ve konuşkanlık arasında gider gelir. Buna rağmen yazar vakti zamanında bir başka yazarın kendisi hakkında söylediği “kaderini ellerine alma”yı biraz gerçekleştirmeye çalışmıştır. Edebiyatla ilgilenmeyi, okumayı, yazmayı sever. Ulysses’i, Büyülü Dağ’ı, Katip Bartleby’yi, Yabancı’yı, Sis’i, Yeraltından Notlar’ı, Körleşme’yi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, Gecenin Sonuna Yolculuk’u çok beğenir. Aydınlanma değerlerine inanır; bildung insanı olmanın, kendine yönelik bir sanatçı tavrıyla hareket etmenin iyi bir şey olduğuna inanır. Bu dünyayı güzel kılan da kendini inşa edilecek, “yeniden ve yeniden yaratılacak” bir eser olarak ele almak değil midir?

Sonumuz nasıl gelecek?
Bir sabah kıyamete uyansaydık ne yapardık?

2. Dünya Savaşı’nın ardından yükselişe geçen ve zaman içinde bilimkurgunun alttürlerinden biri hâline gelen post-apokaliptik sineması, işte bu tekinsiz sorulara verilmiş yanıtlarla dolu. Post-apokaliptik filmler, yaşadığımız çağa ilişkin nedeni belirsiz kaygıları değil, çoğunlukla gerçekleşme olasılığı yüksek korkuları görselleştiriyor. Nükleer savaş, küresel ısınma, kozmik yıkım, uzaylı istilası, salgın, artan nüfus ya da kontrolden çıkan yapay zekâ… İnsanlığı tek lokmada yutabilecek bunca felaket kapıda beklerken, bir sabah bildiğimiz dünyanın toptan yok olma ihtimalini düşlemekten kendimizi alamıyoruz.

Post-Apokaliptik Amerikan sinemasına yoğunlaşan bu kitap, tam da bitmek bilmeyen bir Dehşet Dengesi’nde yaşamayı alışkınlık hâline getirmiş çağdaş toplumların henüz yazılmayan gelecek hikâyelerine akademik bir bakış atıyor ve çeşitli felaketlere göre kategorilendirilmiş filmler üzerinden kapsamlı bir analiz sunuyor.

Doç. Dr. Mikail Boz, mitlerden ideolojilere değin kıyamet fikrinin izini sürüyor ve geleceğe ilişkin bir “umut ilkesi”nin olasılığını inceliyor. Belki de bir yenilenme imkânı vardır, belki de geleceğin kıyametçi anlatılarına karşı alternatif bir tarih inşa etmek mümkündür…



Nitelikli ve alanında önemli boşluğu dolduran akademik çalışmaların birliği üzerinden inşa olan Akademia dizimizin bu ilk kitabı ile araştırmacılara olduğu kadar konuyla ilgili tüm okuyuculara sesleniyoruz; Türk akademi yazınında yeni açılımları hedefliyoruz.

Sizlere iyi okumalar diliyoruz.

e-kitap alımı için:

₺99,50 | özel fiyat |  167,65

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol