John Carter ve Barsoom Dizisi Üzerine


Mars Prensesi, Barsoom dizisinin ilk kitabı olmakla beraber, bilimkurgu açısından oldukça önemli bir yere sahip. İlk olarak 20. yüzyılın ucuz dergilerinde seri halinde basılmaya başlanan kitap, 1917’de roman haline getirilmiş ve halk tarafından oldukça sevilmiştir. Temelde bilimkurgu kategorisine ait olsa da alt başlık olarak, fantezi bilimkurgu tarzına sahiptir. Bunun yanı sıra roman, yine bilimkurgunun bir alt kategorisi olan gezegen serüvenleri tarzının ilk örneklerinden biri olarak bilinir. 

Baş karakter John Carter’ın Mars’taki maceraları ve tutkulu aşk hikayesi oldukça çarpıcı olsa da kitabın ve serinin başlıca önemi bilimkurgu dünyasına, hatta bilimin kendisine yaptığı büyük katkılardan geçiyor. Bilindiği üzere 20. yüzyılın ikinci yarısı uzay araştırmaları için oldukça önemli bir dönemdi. 1960’ların başında Mars’a gönderilmek üzere birçok uzay aracı hazırlanmış olsa da bunlardan birçoğu Mars’a pek de yaklaşamadan başarısız olmuştu, fakat 28 Kasım 1964’te Amerika tarafından Mars’a yollanan Mariner-4 aracı, yedi buçuk aylık bir yolculuğun ardından başarılı bir şekilde Mars’a inmeyi başarmış ve böylelikle oradan fotoğraflar yollamıştı. Yollanan fotoğraflar sayesinde gezegenin atmosferinin çok ince ve havasının çok soğuk olduğu anlaşılmıştı. Edgar Rice Burroughs’un Mars Prensesi’ni 1912 yılında, yani bu keşiften tam 52 yıl önce yazdığını göz önüne alacak olursak, Burroughs’un Mars hakkındaki tahminlerinin oldukça dikkat çekici ve tutarlı olduğu söylenebilir çünkü romanın içinde geceleri Mars’ın çok soğuk olduğundan ve atmosferinin çok ince olduğundan, hatta gezegene atmosfer sağlayabilmek için bir atmosfer fabrikası kurulduğundan bahseder. Peki Edgar Rice Burroughs bu denli tahminlerinde kimden etkilenmiştir? Öncelikle, tabii ki kendi döneminin astrolojik araştırmalarından, tahminlerinden ve düşüncelerinden ilham almıştır. O zamanlarda 1960’lardan sonrasındaki gibi kesin bilgiler olmasa da uzaya dair büyük bir merak vardı ve dolayısıyla dönemin astrologları kendilerince tahminde bulunabiliyordu. Burroughs’un bu astrologlar arasında en çok etkilendiği isim ise Percival Lawrence Lowell’dı. Lowell, Mars’ın önceden tıpkı Dünya gibi bir gezegen olduğunu, fakat sonraki zamanlarda gezegenin ilerleyen yaşından dolayı artık yaşama uygun olmadığını düşünüyordu. Ayrıca, Mars Prensesi’nde çok sık karşılaşılan Mars’taki su kanalları da Lowell’ın fikriydi.

1895 yılında Percival L. Lowell Mars adında bir kitap yayınlamıştı ve bu kitapta Mars’ı ölmekte olan bir gezegen olarak resmediyordu; gezegen ölmekte olduğu için, içinde yaşayan canlılar kutuplardan başlayarak hâlâ daha gezegenin üzerinde az miktarda da olsa bulunan tarıma elverişli arazilere kadar uzanan binlerce kilometre uzunlukta kanallar inşa etmek zorunda kalmışlardı. Lowell ise bu fikirlerinde yine bir başkasından ilham almıştı; yani İtalyan astrolog Giovanni Schiaparelli’den. Schiaparelli, 1877 yılında Mars üzerinde İtalyanca “canali” adını verdiği jeolojik oluşumlar olduğundan bahsediyordu, ki bu kelime İngilizcede “channels” anlamında, yani “oyuk, yarık, yol” gibi anlamlarda kullanılıyordu fakat Schiaparelli’nin “canali” terimi İngilizceye yanlış aktarıldığı için bunun “canal” kelimesi olduğu düşünüldü; dolayısıyla o zamanki insanların birçoğu, Lowell ve Burroughs da dahil olmak üzere Mars üzerinde su kanalları bulunduğu fikrini destekledi.

Mars’ta yaşam olabileceği ve su kanalları bulunduğu fikri daha sonradan, 1975 yılında Amerika’nın yolladığı Viking-1 ve Viking-2 araçları sayesinde çürütülecekti, çünkü bu araçlar Mars’a iniş yaptıklarında ölü, donmuş ve suyun sıvı halde bulunamayacağı bir gezegen keşfetmişti. Edgar Rice Burroughs’un tahminlerinin bir kısmı tutarlı, bir kısmı tutarsız olsa da bunlar hem bilim hem de edebiyat/bilim- kurgu dünyası adına oldukça önemliydi. Mars’taki yaşam ve su kanallarının yanı sıra Burroughs romanın içinde Mars ve Dünya arasında bulunan mesafeden de bahsediyor, şu an bilindiği üzere Mars ve Dünya arasındaki mesafe ortalama 77 milyon kilometre kadardır ve Burroughs Mars Prensesi’nde buna çok yakın bir tahminde bulunur. Ayrıca, Mars’ın sarımsı ve yosunumsu bitki örtüsünü de romanın içinde çok sık betimler. Bütün bunları 1912 gibi oldukça erken bir tarihte yazdığı düşünülürse Burroughs’un bu konuda bazı tutarsızlıkları olsa da genel anlamda oldukça başarılı olduğu söylenebilir.

Edgar Rice Burroughs uzay keşifleri ve dünya dışı varlıkların araştırılması alanında birçok bilim adamına öncülük etmiş ve ilham olmuştur. Ünlü film yönetmeni ve yazar James Cameron, The New Yorker dergisine verdiği röportajda Avatar üzerinde Burroughs’un etkisinin olduğunu söylemiştir; Star Wars serisini Flash Gordon’dan etkilenerek oluşturan George Lucas ise dolaylı olarak Burroughs’dan etkilenmiştir çünkü Flash Gordon’ın yaratıcısı Alex Raymond ilhamını yine Burroughs’dan almıştı. Kısaca özetleyecek olursak, Mars Prensesi hem bilim dünyası hem de edebiyat ve bilim-kurgu dünyası adına oldukça önemli bir eserdir ve devamında gelen Barsoom serisinin diğer kitapları da en az Mars Prensesi kadar büyük bir öneme sahiptir, fakat serinin ilk kitabı olduğu için ilham olmak açısından en büyük rol Mars Prensesi’ne aittir. Barsoom serisi haricinde Tarzan ve Amtor serileri de edebiyat ve kurgu dünyasına büyük katkılarda bulunmuştur, ki bunlar da Edgar Rice Burroughs’un yazar olarak ne kadar önemli bir kişilik olduğunu ortaya koyar.

Mars Prensesi ve Barsoom dizisi içerik açısından da oldukça dolu ve keyif vericidir. Serinin ilk üç kitabı Mars Prensesi, Mars Tanrıları ve Mars Komutanı, baş karakter John Carter’ın sürpriz bir şekilde Mars’a götürülüşünün ardından yaşadığı maceraları, birinci tekil kişi ağzından anlatıyor ve Mars’ta yaşayan halklardan, ırklardan, şehirlerden, Marslıların teknolojisinden ve yaşam tarzından oldukça geniş bir biçimde bahsediyor. Fantezi bilimkurgu ve hatta kılıç ve gezegen tarzına ait olan bu romanlarda aşk ve arkadaşlık ilişkilerinin yanı sıra çokça savaş ve şiddet de bulunur. Mars’taki ırkların ve canlıların hepsi son derece savaşçı varlıklardır ve teknolojilerini bu anlamda çok iyi kullanırlar. Bilindiği üzere Roma mitolojisinde Mars, savaş tanrısıdır; bu yüzden Burroughs’un Mars’taki canlıları böyle resmetmiş olması bu açıdan normal karşılanabilir. Bunun yanı sıra, Burroughs’un kendisi de dahil olmak üzere birçok aile büyüğü hayatlarının bir kısmında askerlik yapmış, Burroughs’un babası ise özel olarak Amerikan İç Savaşı’nda yer almıştır. Dolayısıyla, bu tarzda bir hikâye oluşturmasında çevresindeki anlatıların etkisi de göz ardı edilmemelidir.

Mars Prensesi hakkında en çarpıcı detaylardan biri ise Edgar Rice Burroughs’un bu hikâyeyi sanki gerçekmiş gibi okuyucuya aktarmasıdır. Önsözünde ve kitabın girişinde John Carter’ı birebir tanıdığından ve bu hikâyenin John Carter’ın ona bıraktığı el yazmasında yazdığından bahseder. Yani okuyucunun ilgisini çekmek ve romanın gerçekçiliğini artırmak adına kitabında bu stili kullanmıştır. Serinin ikinci kitabı olan Mars Tanrıları’na da aynı tarzda devam eder; John Carter’ın 12 yıl sonra kendisini ziyaret ettiğini söyler. John Carter artık gezegenler arası seyahat konusunda uzmanlaşmıştır fakat bu, yaptığı son ziyaret olacaktır. Öyle de olur, çünkü üçüncü kitap olan Mars Komutanı ilk iki kitap ile aynı tarzda başlamaz, fakat hikâye yine de John Carter tarafından, birinci kişi ağzıyla anlatılır. Devamındaki kitaplarda ise anlatıcılar farklıdır. Kısaca Mars Prensesi ve Barsoom dizisi için ilham verici, öğretici ve aynı zamanda eğlenceli denilebilir. Burroughs bu seri ile büyük bir başarı yakalamıştır.

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol