Fihrist Portre ile her hafta çarşamba günü bir yazarı özel konuk alarak; sanatçının şiirini, hikâyesini veya edebî denemesini sunuyoruz. Eser eşliğinde yazarı da kısaca tanıttığımız Portre ile sanatçı kimliğine kısa bir ışık tutuyoruz.

Portre: Emre Erol

Yeryüzünde Mülteci

Arap Baharı ve etkileri sonucunda Orta Doğu ülkelerindeki savaşlarla hız kazanan, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri görülen en büyük mülteci krizi devam ederken bu konuya dair çeşitli haberler gelmeye devam ediyor. Aslında hiçbiri yeni sayılmayan bu haberler, yıllardır işaret edilen sorunların artık halk tarafından da bilinmeye başlamasıyla etkilerini arttırdı ve farklı görüşlerin ortaya çıkmasına, bu vesileyle de insanların vicdanına, politik ve etik görüşlerine dair çeşitli gerçeklerin artık daha da görünür olmasına neden oldu. Dünya ülkeleri arasındaki o hayali sınırlar hiç bu kadar acımasız ve gereksiz görünmemişti gözüme. Öyle görünüyor ki insan denen canlı, oluşturduğu grupların sayısı belli bir miktarı geçtiğinde sevgi ve saygı çerçevesinden kolayca uzaklaşabiliyor. Sadece mülteci krizine özgü bir konu değil aslında bu. İnsanlığın en temel, en kök sorunu belki de: birlikte yaşama problemi. Hem başkalarına muhtaç hem de başkalarıyla kavgalı bir yaşam biçimi, ne kadar tutarsız ve saçma. Yeryüzünde maksimum refahı, güzelliği sağlamanın tek ve en basit yolunun kendimiz dahil herkesin mutluluğundan, iyiliğinden geçtiğini neden göremiyoruz hala? Birinden, bir gruptan ya da bir ülkeden nefret etmeden yaşayabilen insanların sayısı neden bu kadar az? Bu azınlık içinde var olmak, dünyaya kayıtsız bir insan değilseniz her gün en az bir nedenle kahrolacağınızın garantisi gibidir. Sadece yaşadığınız için bile suçlu hissetmenize neden olabilecek bu durum aslında insan için büyük bir fırsattır da. Dünyada nasıl yaşayacağımıza, neyin peşinde koşacağımıza, neye değer vereceğimize karar vermeden önce araştırıp analiz etmemiz gereken o kompleks yapının daha da derinlerine inmek için bir fırsat. Bu inişin, bizi sorunun ve cevabın köküne daha da yaklaştırırken herkesi güzel bir yerde bırakmayacağı da kesin gibidir. Ama önemli olan gerçekse ve bu gerçeğe ulaşma yolunda tüm sahtelikleri bir kenara bırakmaya karar vermişsek göze almamız gereken bir sonuçtur bu. Hayat kısa, yollar ve çözümler ise uzundur. Birkaç yıl durmak bile insan medeniyetine telafisi olmayan zararlar verebilir. O nedenle hiç durmadan sorunları tartışmak, yeni yollar bulmak zorundayız. Bunun için de kendini bu davaya, yani herkes için iyilik davasına adamış, etik ve vicdani olarak öncü insanlara ihtiyacımız var. Bir zamanlar, çok değil yüz yıl kadar önce en büyük tehdit yeryüzünde insan neslini yok edebilecek bir bomba gibi görünüyordu, şu an ise gerçek bir krizle karşı karşıyayız: iklim krizi. Bu yazıya başlarken bahsettiğim mülteci krizini iklim kriziyle beraber okumak, bu okumaya insan doğasını da katarak konuyu yeni bir yere taşımak amacındayım. Yazının doğası, içinde bulunduğumuz ve bizi gittikçe kendine çeken kaosa paralel olarak çok katmanlı ve karmaşık olacak. Amacı da bu zaten. İnsan, ancak o sonsuz görünen karmaşıklığa zihninde yer açabildiğinde gerçekten insan olmayı başarabilir.

Hemen herkes hayatının bir bölümünde bir arkadaş grubuna dahil olmuştur. O grupla bir şeyler paylaşmış, beraber vakit geçirmiş, duygusal bir bağ kurmuştur. Hemen herkes hayatının bir bölümünde ya da tamamında bir köyün, şehrin, ülkenin, devletin, imparatorluğun ya da küçük veya büyük benzer bir oluşumun parçası, vatandaşı da olmuştur. Genellikle kısa ömürlü olan o arkadaş grupları gibi, tarih boyunca ortaya çıkan devlet benzeri yapılaşmalar, uygarlıklar da çoğunlukla aynı şekilde bir ömre sahiptir. İnsan bu yapıların birinin içindeyken bu ömrün, yapının kırılgan ve bozulabilen doğasının çok da farkında olmayabiliyor. O yapının sanki ezelden beri var olduğuna, ebediyen de devam edeceğine inanmaya meyilli oluyor. Kim gerçekten aşıkken buna benzer şeyler hissetmemiştir? Hangi fanatik milliyetçi ülkesinin onurunun hatırlandığı bir kutlama sırasında benzer duygularla dolup taşmamıştır? Hayatın hızına, dünyevi olanın zihni kelepçeleyen doğasına tutsak hangi insan yaşama dair benzer bir körlük içinde olmamıştır? Hangimiz hayatımızın bir döneminde, belki bir anında da olsa bedenlerimizin faniliğini, içinde yaşadığımız dünyanın geçiciliğini unutup ona göre davranmamışızdır? Bu örnekler sürüp gidecekse de, ortaya çıkan en önemli yorum, insanın doğası gereği yanılmaya, bozulmaya meyilli, eksik bir canlı olmasıdır. Bu dünyada, belki de doğa yasaları gereği, tam bir bağımsızlık ve bütünlük sürekli olarak mümkün görünmüyor. Bu yasalara insanı kutsallığından, insanlığından uzaklaştıran her türlü ayartıcı unsur dahil elbette. Dolayısıyla, doğası gereği mutlak kusursuzluğa erişmesi bu dünyada imkansıza yakın olan insanın ürettiği sistemlerin, düzenlerin de kusurlu olması son derece doğaldır. Ancak bu kusurları insani yazgımızın değişmez parçaları olarak görmek, diğer insanlarla birlikte yaşama potansiyelimize ket vuracağı gibi, bizi gerçek iyilikten de uzaklaştıracaktır. Yeryüzündeki her insan yapımı binanın bir gün yıkılacağını bilmek, daha sağlam binalar yapmaktan alıkoymamalı bizi. Bunu o binaların içinde yaşayacak, nefes alacak her bir insana borçluyuz. İnsanın dünyadaki ödevi, diğer insanların, hatta canlıların nefesi olmak yoluyla tanrısal olanın elçisi olmaktır. Peki neden böyle olmayacak? Neden binlerce insan yok yere hayatını kaybetmeye devam edecek?

Nedenler çok da önemli değil aslında. Önemli olan, bir çocuğun doğup büyüyebileceği, gerçekten yaşayabileceği bir dünya oluşturmak. O dünyanın ellerimizden kayıp gittiğini görüyorsak da, yaklaşan sona dair insana yakışır bir şeyler ortaya koymak. Yaşananlara dair bazı temel şeyleri kavrayabilmiş insanların var olması-bütün bir türün onurunu kurtarmaya yetmese bile-önemli ve değerlidir.

Bir çocuk doğdu ama büyüyemedi, gerçekten yaşayamadı bu dünyada. Cansız bedeni kıyıya vuran üç yaşındaki Aylan Kurdi’den bahsediyorum. İdeal, hatta ideale yakın bir dünyada bu çocuğun cansız bedenini ortaya koyan fotoğrafın pek çok şeyi değiştirmesi beklenir. Ama ideale biraz bile yakın bir dünyada yaşamıyoruz maalesef. Devletler, kendi ülkelerindeki savaşlar, açlık ya da hastalıklar sebebiyle başka yerlere göç etmeye çalışan mültecileri görmezden geliyor, yok sayıyor, sınırlarını onlara kapatarak onları ölüme mahkum ediyor ya da bizim ülkemizde olduğu gibi onları ucuz iş gücü ve oy kapısı olarak kullanıyor. 7 Haziran 2021 itibariyle Akdeniz’de boğularak ölen mülteci sayısı yirmi binden fazla. Üstelik bunlar yalnızca tespit edilenler. Kaybedilen bu canların en masum, en üzücü sembolü belki de Aylan Kurdi. Uygarlık seviyesine, kurdukları düzene en çok hayranlık beslememiz gerektiği söylenen Avrupa ülkeleri ise bu ölümlere seyirci kalıyor, kendi topraklarına ulaşmak için çabalayan mültecileri sanki hiçbir insani önemleri yokmuş gibi geri püskürtüyor. Burada her isteyenin elini kolunu sallaya sallaya dilediği ülkeye gidebilmesi gerektiğini savunmuyorum elbette. Ancak, ortada masum çocukların ölüme terk edildiği bir durum varsa bu tüm dünyanın vicdanını ilgilendirmesi gereken bir meseledir. Bu insanların çaresizliklerini kendi yüreğimizde hissetmekse kendimizi onların yerine koyabilmek, yani empati kurabilmek yoluyla başarabileceğimiz bir şeydir.

Kendi ülkenizde bir savaş çıktığını ve göç etmek durumunda kaldığınızı düşünün, sığınmaya çalıştığınız ülkelerden nasıl bir karşılık beklerdiniz? Her insanın sığındığı ülkeye büyük bir değer katacağını düşünmek elbette anlamsız olur, ve dünyadaki tüm insanların başkalarıyla birlikte yaşama potansiyeline sahip olmadığının, bazılarının çeşitli terör örgütlerinin ve benzeri yapıların parçası olduğunun da farkındayım. Ancak, benim nezdimde hiçbir şey çocukların öldüğü savaşları, tek beklentileri normal bir yaşam olan insanların ölüme itildiği durumları aklayamaz. Kendi çıkarlarının esiri olmayan, gerçek bir vicdani hisse sahip insalar tarafından yönetilen bir dünyada, en azından olabildiğince fazla sayıda insanın kurtarılmaya çalışıldığını, bu duruma ortak çözümler yaratılmaya çalışıldığını görürdük. Ancak bunun için gereken adımlar yeterli bir düzeyde atılmadı, atılmıyor ve belli ki bundan sonra da atılmayacak. Gittikçe yaklaşan iklim kriziyle birlikte göç eden insan sayılarındaki artış nedeniyle durum daha da vahim bir hal aldığında dünya olarak nasıl bir yere sürükleneceğiz bilmiyorum. Görünen o ki insan kendi kaderini kendisi çiziyor, ve bu kader meydana gelirken, felaketlere karşı tüm dünya olarak ortak bir şekilde hareket etmenin yollarını aramak zorundayız. Bu da öncelikle devletlerin sorumluluğunda olması gereken bir yol. Devletler devam eden ve belki de gittikçe artacak olan bu gibi krizlere gerekli önlemleri almıyorsa dünya vatandaşları olarak insanların bilinçlenmesi ve kendilerini yönetenleri bir şekilde bu konulara yönlendirmesi gerekir. Ancak, dünyaya baktığımda bunun gerçekleşebilmesi için yeterli bilincin ve sorumluluk hissinin olmadığını görüyorum. Kaotik bir uygarlığın içinde bizi bekleyen yeni kaotik olaylara doğru ilerliyoruz.

Sanayi devrimi ve modernite ile yükselen hız, teknoloji ve makinalaşma, faydalarının yanında vicdanları, kalpleri ve insan ruhunu köreltiyor; insanı doğanın, dünyanın uyumlu bir parçası yapmak yerine düzgün çalışması beklenen robotik bir dişliye çeviriyor. Böyle bir ortamda yakın gelecek için maalesef büyük bir umut da taşıyamıyorum içimde, ve kendimi bu dünyaya gerçekten ait hissedemiyorum. Söz hakkım olmayan bir dünyada bu büyük makinaya katılması beklenen, ama bunun yerine manevi ve ruhani olarak olgun bir dünya bekleyen, yaşayabileceği bir yer arayan bir mülteci gibi hissediyorum kendimi: yeryüzünde bir mülteci…

Röportaj

– Sanat kavramına odaklandığımızda, zihninizde beliren ilk cümleler nelerdir?

Bu kavramı düşündüğümde zihnimde ilk olarak insanların ilk sanatsal üretimleri olan mağara resimleri ve benzeri imgeler oluşuyor. Sanırım bunun nedeni de herhangi bir şekilde üretken bir hayat yaşayan insanlara hep hayranlık ve saygı duymamla ilgili. Hem insan hem de onun sanatı binlerce yılda büyük bir gelişim kaydetse de sanatın nereden ve nasıl doğduğu hala evren kadar gizemli bir konu bence. Ve üreten bir insan olarak-belki de şair olmamın da getirdiği bir heyecanla-bunu çok da maddi olmayan metafizik ve soyut bir bağlamda ele aldığımı görüyorum çoğunlukla. Buradan bakınca da sanatın olmazsa olmazlarının özgürlük, birlik hissi, kendini aşma çabası ve isteği ve son olarak da bildiğimiz evrene yakın ama yine de onun dışında kalan yeni bir gerçeklik yaratma becerisi olduğuna inanıyorum.

– Sanat kavramına bakışınız, eserlerinize yansıyor mu? Yoksa ürünleriniz, düşünsel olmaktan ziyade içsel ve anlık yansımalarınız mı?

Sanat kavramına bakış açım genellikle eserlerime yansıyor, evet. Genellikle her eserimde düşünsel bir altyapı mevcut ve bu altyapı da bulunduğumuz dünyayı değiştirmek üzerine kurulu çoğunlukla. Tabii bütün sanatın-en azından benim sanatımın-içsel ve anlık yansımalardan ibaret olduğunu da öne sürebilirimki bu üzerine çokça düşündüğüm bir konu, ama bu yansımalar bile net olmasa da yine kendi sanat anlayışımı karşılıyor diye düşünüyorum. Çünkü belli bir maddi amacı olmayan elle tutulamayacak hayali ve özsel diyarlardan beslenen ve bulunduğumuz sistem nedeniyle buna yenik düşmüş gibi görünse de metalaştırılmaya karşı olan her sanat eseri, bence sanatçı farkında olmasa bile onun sanat anlayışı ile iç içedir.

– Sanat adına neler gerçekleştirdiniz, neler gerçekleştirmek istersiniz?Gelecekte çıkarmak istediğiniz ürünler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Daha öncesinde yazı alanında denemeler yapmıştım ama ciddi olarak 2017 yılında yazmaya başladım. Son iki yılda üç şiir kitabı yayımladım ve şiir yazmaya devam ediyorum, tamamlanmış ve yayımlanmayı bekleyen şiir dosyalarım da var. Yazdığım ve hala yazmakta olduğum senaryolarım, öykülerim, romanlarım ve şarkı sözlerim var, bunların bir kısmını önümüzdeki yıllarda okurla paylaşmak istiyorum. Bunların yanında önümüzdeki yıllarda oyun yazımına eğilmek ve oyun yazarı olmak gibi bir hedefim var. 2014’ten beri fotoğrafçılıkla da ilgileniyorum ve yine önümüzdeki yıllarda çıkarmak istediğim bir fotoğraf kitabı projem var. Onun dışında çok sık olmasa da sinema ve filmler üzerine eleştiri yazıları yazıyorum ve editörlük, çevirmenlik, reklam yazarlığı ve yönetmenliği gibi hedeflere yönelmek istiyorum ve tabii ki senaryolarımı filme dönüştürmek de en önemli isteklerimden. Kısacası sanatın çoğu alanıyla iç içe olduğum ve yakından ilgilendiğim bir hayatım var, şu ana kadar bu alanların hepsinde de belli bir seviyeyi korumaya çalıştım ve gelecekte de gelişerek ve değişerek ilerleyip yeni denemeler ve keşifler yapmak bu alanların hepsinde çok daha iyi eserler üretmek ve sürekli kendimi aşmak hedefindeyim. 

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol