Mihail Sebastian, Romanyalı yazar Iosif Hechter’in mahlasıydı. Braila’nın Danube limanında doğan Hechter, 1945’te bir trafik kazasında vefat etti. Savaşlar sırasındaki zaman diliminde lirik ve ironik oyunlarıyla ve melankolik, psikolojik romanlarının yanında sıra dışı edebi makaleleriyle de tanınmaktaydı.

Mihail Sebastian ve Akasyalar Şehri'ne Dair


Mihail Sebastian (1907-1945), iki büyük dünya savaşı arasındaki dönemin önde gelen edebi kişiliklerinden biriydi. Paris’te hukuk okumuş, romanları ve piyesleriyle hem ün hem de Bükreş’in en şık ortamlarına girme hakkı kazanmış nazik bir gençti. Aynı zamanda Mircea Eliade, E.M. Cioran ve piyes yazarı Eugen Ionescu gibi filozofların da bulunduğu Criterion isimli bir edebiyat grubunun da üyesiydi. Sebastian, kendisi gibi dört yüz bin Yahudi’nin ölümüne sebep olan soykırımlardan kaçtıktan ve hayatının son on beş yılı boyunca eski arkadaşlarıyla çağının entelektüelleri tarafından reddedilmeye saygın bir şekilde göğüs gerdikten sonra İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl vefat etti.

Romanya toplumundaki artan Yahudi karşıtı hareketlere bir cevap olarak 1934’te, bu yeni siyasi iklim içerisinde bir Yahudi olarak yaşamanın zorluklarını anlattığı İki Bin Yıldır isimli eserini yazdı. Şimdi ABD’de profesörlük yapan başka bir Yahudi yazar Norman Manea, Sebastian’ın 1930’larda Criterion grubundaki konumunu şöyle anlatır: “Tamamen yabancılaşmış bir Yahudi, kendini Rumen kültürüne adamış sıra dışı bir edebiyat adamı olsa da arkadaş çevresi aralarında tek bir Yahudi’nin bile bulunmadığı Ortodoks Hristiyanlardan oluşmaktaydı. Havada da çağın getirdiği yeni, bambaşka bir milliyetçilik vardı ve odaya girdiği an herkesin hemen sesini kıstığı bir grup içerisinde bulmuştu.”

İki savaş arasındaki dönem pek çokları tarafından Rumen edebiyatı ve felsefesinin altın çağı olarak değerlendirilir. Yazar Ioana Parvulescu iki savaş arasındaki Bükreş’i “Doğu’nun küçük Paris’i” diye bilinen bir şehir olarak anlatır: “İki savaş arasındaki dönemde Bükreş’te insanlar abartılı derecede sofistike ve bayağı derecede kör sağır yaşıyorlardı. Hem cömert hem de duygusuzlardı hem anlayışlı hem de fanatiklerdi hem açık görüşlü hem de kandırılmışlardı, adeta melekken şeytan ve şeytanken meleklerdi. Her biri öbüründen farklıydı ve kimse onlara aynı şekilde düşünmeyi veya aynı şeyleri söylemeyi de emretmemişti. Bu dünyanın mükemmelliği de bir cennet veya bir cehennem değil de her şeyin mümkün olduğu ve diğer her yer gibi güneş alan sıradan bir dünya olmasından geliyor.”

Parvulescu’nun söyledikleri bu altın çağın paradoksal doğasını çok iyi gösteriyor: Sebastian’ın Criterion grubundaki diğer üyelerin “abartılı derecede sofistike” davranmaları nihayetinde dönemin faşist partisine fanatik bir şekilde bağlanmalarına ve yıllanmış arkadaşlıklarına, faydalı çalışmalarına rağmen Sebastian’ı kendilerinden uzaklaştırmalarına sebep olmuştu.

Faşist parti yönetimindeki yaşamını belgeleyen İki Bin Yıldır ve Günceler’inin çevirilerinin ardından Sebastian tüm dünyanın dikkatini çekmiş olsa da edebi eserlerinin kalanı onu bir kurban kategorisine koymaktan çok uzaktır.  İki Bin Yıldır’dan bir yıl sonra basılan ve muzip, lirik bir gençlik romanı olan Akasyalar Şehri (1935), zamanının çekişmelerine kayıtsız bir şekilde gündelik hayatın güzelliğini ve keyiflerini anlatır. Sebastian, İki Bin Yıldır’da yaptığı gibi sadece iki savaş arasında kalan toplumun karanlık yanlarını göstermekle ilgilenmez, aynı zamanda “diğer her yerdeki gibi güneş alan bir dünyada” yaşayan kendisi gibi modern gençlerin hayatlarını da anlatmak istemektedir.

Akasyalar Şehri’ni okurken tüm bunların Sebastian’ın hayatının ve ününün en yakın olduğu insanlar tarafından sistematik olarak yok edildiğini düşünmek bir anlamda tuhaf geliyor. İki Bin Yıldır’ın aksine bu kitap siyasetten tamamen kaçıyor. Sevmeyi, müziği ve kitapları, hayatın onlara sunabileceği tüm güzel şeyleri keşfetmeyi öğrenen genç insanlar hakkında bu kitap. Sebastian’ın Günceler’ine göre bunlar yazar için en önemli şeyler. 1935’te Sebastian kitabın son rötuşlarını yaparken yazdığı satırları okuyunca metropolde yaşayan genç bir adamın normal hayatını sürdürmeye kararlı olduğu çok belli oluyor. Yahudi karşıtlarının kötü muameleleri ise aktris Leny Caler’la aşkını anlattığı paragraflara gömülü bir şekilde Cişmigiu parkında yürüyerek en gözde, en şık restoranların teraslarında “kahve ve konyak” içtiği, Zissu gece kulübünde sabahlara kadar dans ettiği ve yeni gözlüklerinin onu çirkin gösterip göstermediğini merak ettiği bir dönemde geçiyor.

Akasyalar Şehri ergenlikten yetişkinliğe geçen bir grup gencin bir taşra kasabasındaki hayatını anlatıyor. Başkahramanları Adriana ve Gelu’nun ilişkisi de zaman içinde arkadaşlıktan aşka dönüşüyor. Anlatının odağı bazen ilişkiyi Adriana’nın gözünden yansıtarak bazen de Gelu’nun tarafını göstererek değişiyor. Bu sayede onların boş ve anlamsız düşüncelerinin farkına varırken iki kahramanla da empati kurmuş oluyoruz. Sebastian’ın Femei: Kadınlar (1933), Kaza (1940) ve İsimsiz Yıldız (1944) gibi diğer eserlerinde olduğu üzere Akasyalar Şehri de en başta aşkın, onun heyecan verici yoğunluğunun ve kaçınılmaz gelip geçiciliğin keşfini anlatıyor.

Müzik, Sebastian’ın eserlerinde bolca yer kapladığı gibi Akasyalar Şehri’nde de önemli bir rol oynuyor. Günceler’ine yazdıkları çoğunlukla o gün radyoda dinlediği—Handel, Mozart, Beethoven ve özellikle de Bach gibi müzisyenlerin—detaylı konser anlatıları ve Prag’dan, Varşova’dan, Stuttgart’tan, Viyana’dan canlı konserlerdeki şarkılarla başladığı için bu hiç şaşırtıcı değil. Tıpkı dışarıdaki dünyanın dehşetine kapalı bir şekilde Bükreş’teki dairesinde bu müzikleri dinleyerek saatler geçiren Sebastian gibi Adriana’nın arkadaş grubu da yetişkin dünyasının zorunlulukları ve kısıtlamalarından kaçmak için onun odasında toplanarak plak veya genç ev sahibelerinin piyanodaki son sonatlarını dinliyor. Sebastian, Fransız yenilikçilerinden etkilenmiştir ve müziği arkadaşları bir araya getirip ortak anılar yaratan bir grup etkinliği olarak işlemesi de Proust’un müzik hakkındaki şu tanımına göz kırpar: Müzik, ruhlar arasındaki bir iletişim yöntemidir.

“Yok, hiçbiri de bir şey anlamamıştı. Yine de hatalarla dolu bu tereddütlü ilk denemelere rağmen Agnes İçin Şarkılar birlikteliklerinin marşı olmuştu. Arkasından kovalayan varmış gibi bir çırpıda geçiveren kış bitip de akıllarına dahi gelmeyecek şekilde onları başka insanlara dönüştürdüğünde dört arkadaş başta hiçbirinin anlamadığı bu melodinin hatırasıyla toplanacaklardı. Heyecanlı arkadaşlıklar ve üzerlerine akın eden belli belirsiz beklentilerle dolu tüm o akşamları hatırlamaları için bu şarkının bir bölümünü dinlemek, tek bir tınısı işitmek yeterliydi.”

Sebastian’ın yirminci yüzyılın başlarında genç ve âşık olmanın ne anlama geldiğini anlatışının romantik ve lirik bir yanı var. Aşka yaklaşan bu arkadaşlar arasındaki yakınlık müzik ve huzurla, “evdeki sıcak geceler, masa etrafındaki uzun sessizlikler, demlikten yükselen kaynayan çayın buharıyla” güçlenmişti. Sebastian bu hassas duyguları dikkatli bir şekilde açığa çıkarsa da tüm duygusallıkları da ironi ve mizahla yontmuştur. Kahramanlarıyla empati kurduğu gibi genç kafalarındaki saçma düşünceleri de belli bir mesafeden muzip bir şekilde takip ederek göstermiştir.

Ergenliğe giren on beş yaşındaki Adriana’nın dünyanın kendi etrafında döndüğü düşüncesini dolaylı olarak anlatır. Adriana’nın en güzel geceliğinin içinde ıssız yankıların dolaştığı bir sarayda bir başına veremden eriyip giden “bedbaht bir prenses” olarak kendini dev aynasında görmesi Jane Austen’ın Aşk ve Mantık’ta zincir vuramadığı duyguları deliliğe meyleden başka bir genç kadın olarak yarattığı Marianne Dashwood’a benzer. Austen gibi Sebastian da titiz gözlerini kızlarının müzik resitallerine katılan burjuva hanımlardan tutun da Gelu’nun arkadaşı Buţă gibi umursamaz ergenlere ve dürtüsel bir şekilde yalan söyleme hastalığı olan meşhur bestecilere kadar bu küçük dünyanın her küçük karakterine çeviren başarılı bir hicivcidir. Sebastian’ın bu üstü kapalı alayının asıl hedefi de bu karakterlerin kendi kendilerini kandırmalarıdır. Örneğin bestekar Cello Viorin başarısız romantik ilişkilerinde kendini dayanılmaz bir erkek gibi göstererek tekrar yazarken sınavından tam beş kalan Buţă da varını yoğunu rulette her defasında kazanmasını sağlayacak özel bir “denklem” çözmeye adar, bugün yarın “Monte Carlo’da yüz frankla dünyanın ayakları önüne serileceğine” emindir. Her biri komik derecede kırılgan bir fantezi dünyası yaratır ve Sebastian da onların bu aptallıklarını hem dokunaklı hem de muzip bir şekilde anlatır.

Akasyalar Şehri lirizmle mizahı bir araya getiren, iki dünya arasında duran bir romandır. Bir dünya geleneksel, muhafazakâr değerleri temsil ederken öbürü de doğmak için debelenen modern bir dünyadır. Bu ikisi arasındaki gerilim bu iki yerin de Mihail Sebastian’ın memleketi olan Braila’yı andıran bir taşra kasabası ile başkent Bükreş’in yan yana getirilmesiyle sağlanır. Sebastian ustaca iki yerin de coğrafi yapısını bugün dahi tanınacak haldeki yerleri tasvir ederek anlatır. On dokuzuncu yüzyıldan beri Romanya’nın en önemli liman kentlerinden biri olan Braila, Adriana ve arkadaşlarının geceleri yürüdüğü sıra sıra ağaçlarla dolu bulvarları sebebiyle “akasyalar şehri” olarak bilinir. Bu kentin sakin yaşamı (Büyük Braila Bahçesi olarak bilinen) halk bahçeleri ve bir keresinde Sarah Bernhardt’ın da sahne aldığı prestijli Maria Filotti Tiyatrosu etrafında döner. İnsanların birbirleriyle yakın bağlar kurduğu, statü farkının önemli olduğu ve genç neslin muhafazakâr büyüklerinin gözünden yalnızca ücra noktalarına gittiklerinde kaçabileceği bir şehir tasvir eder. Şehrin bu ücra noktaları da yasaklanan cinsel arzularını gerçekleştirebilecekleri medeniyetten uzak, vahşi ve bakımsız Danube bataklığıdır.

Bir yandan da Bükreş kahramanların kendilerini tekrar keşfettikleri ve çekingenliklerinden kurtuldukları modern bir şehir merkezi olarak tasvir edilir. İşte Adriana da “Doğu’nun küçük Paris’inde” bir başına yürürken bestekar Cello Viorin tarafından Gelu’ya duyduğu çocuksu bağından koparılır ve işte burada Gelu ile Adriana tekrar bir araya gelerek nihayetinde ilişkilerini tüketir. Adriana, Bükreş’te konservatuvar okurken bir kez daha ailesinin “malı” olacağı taşra kenti Braila’ya dönmeden evvel burada birkaç ay özgür ve bağımsız bir kadın olarak yaşar.

Akasyalar Şehri’nde kişilikleri ailelerinin benimsemelerini beklediği geleneksel rollerle modern dünyanın onlara vaat ettiği özgürlük arasında bölündüğü iki dünya barındıranlar özellikle kadın kahramanlardır. Sebastian bu kadınlar burjuva toplumunun kısıtlamalarına başkaldırırken onların kendilerini tanımlama maceralarını anlatır. Romanda şaşırtıcı derecede modern gözüken şeylerden biri de kadın cinselliğini keşfedişindeki açıklıktır. “İlk Kan” başlıklı kitabın ilk bölümü açık ve içten bir şekilde Adriana’nın kadınlığa geçişini ve sonraki bölümler de tecrübesizliği, geleneksel ahlaki kurallara bağlılığı yüzünden hem utanmış hem de kafası karışmış şekilde duygusal tatmin arayışını anlatır. Adriana’nın kendini keşfetme hikayesi ailesi tarafından aşksız bir evliliğe zorlanan genç bir kadın olan okul arkadaşı Lucreția’nın kaderiyle trajik şekilde örtüşmektedir. Ioana Parvulescu, “1930’ların romanları cinsellik hakkındaki tabuları yıkar” diyerek bu duruma dikkat çekmiştir ve bu durum Lucrețiave öğretmeni Rahibe Denise arasındaki ayıplanan yasak aşkın tasvirinde olduğu kadar hiçbir yerde bu kadar net görülmemektedir.

Sebastian bu ilişkiyi yargılamadan, merhametle anlatır. Romanda belki de en çok acı çeken eşcinsel aşıklardır ancak yazar nihayetinde sakin bir teslimiyetle tüm kahramanların romantik umutlarını sona erdirir. Sebastian’ın anlatı başarısı bizi Adriana’nın bakış açısına sokarak başta onu kendini gördüğü şekilde tüm tutkularının peşinden gitmekte ve hayatını istediği şekilde yaşamakta özgür bir kız olarak görmemizi sağlamasıdır. Ancak zamanla bunun bir yanılsama olduğunu ve onun da nihayetinde sınırlarını keşfeden tutsak bir hayvan durumuna düştüğünü fark ederiz. Romanda anlatılan ergenlik yılları ailesi ona uygun bir koca bulana, annesinin “o da bir gün başka bir Bay Iuliu Dunea’nın kolunda aile evini terk edecek ve kendi aptallığına gülüp geçecek” diye anlattığı o kaçınılmaz an gelene dek geçen bir erteleme sürecinden ibarettir. Sebastian bu toplumda hala bir çifte standardın olduğunun, kadınlardan hala evlenmeleri beklendiğinin, erkeklerin hayatının daha az kısıtlı ve daha çok fırsatlarla dolu olduğunun gayet farkındadır. İlişkilerinin sonunda Gelu Bükreş’te kalıp bekar bir genç olarak yaşarken “kalp kırıklığının Adriana’nın trajik hikayesinde yalnızca bir dipnottan ibaret” olduğunu itiraf eder. Çünkü Adriana evliliğe ve saygınlığa boyun eğmişken kendisi yeni deneyimler, yeni aşklar, “yeni bir Adriana” aramakta özgürdür.

Aşk gelip geçici olsa da tıpkı yazarın hayatında olduğu kahramanların hayatına da renk ve anlam katar. Sebastian’ın yalnızca tutkunun, müziğin, edebiyatın, sohbetlerin ve ortak sessizliklerin bir anlam ifade ettiği bu kurgusal dünyaları yaratması kendini içinde bulduğu önyargılar dünyası ve siyasi çekişmelere karşı zaferi olarak, tüm bunların hayal gücünü kirletmesine ve genç olmanın basit keyiflerini ondan almasına izin vermeyi reddetmesi olarak görülebilir.

Akasyalar Şehri’nde yarattığı aşıklar Adriana ve Gelu, taşra kasabasından geçici de olsa kaçan Bükreş’teki Sebastian ve Caler’ın ayak izlerini takip eder ancak roman dünyasındaki mutlulukları zulmün çirkin gölgeleriyle kirletilmemiştir. Onlar için iki büyük dünya savaşı arasındaki dönem geceleri yürüdükleri bulvarı çevreleyen akasya ağaçları gibi narin aşklarının çiçek açtığı bir zaman, gerçekten bir altın çağdır. Onlardan önce yaşanan ve gelecekte onları bekleyen tüm yıkımları, tüm acıları yalnızca gözlerinin ucuyla görebilmektedirler. Birinci Dünya Savaşı yüzünden ara verilen ve şimdi de çürümeye terk edilen kasabaların dışındaki yeşil vaha; Adriana’nın asla dönmeyen aşıklarına genç hanımların gönderdiğini hayal ettiği sonsuzluğa uzanan Bükreş’in Athenaeum tiyatrosunun eski kartpostalı; asla uslanmayan soytarı  Buţă’yı son görüşünde bir sonraki savaş için orduya alınmış, kafası tıraşlı, “el çırpan çocukların, bağıran ev hanımlarının ve kamyondaki diğer köpeklerin ulumaları eşliğinde kendisini yakalamaya gelen görevlinin ilmiği boynunda sıkılan, yıllar boyunca kenar mahallelerde başıboş dolaşmış uyuz bir köpek” gibi askeri arabaya tıkılışı. Sebastian yine de merhamet ederek kahramanın bu kasvetten öte tarafa başını çevirmesine, genç insanların hak ettiği şekilde geçmişi de geleceği de düşünmeksizin duygusal ikilemlerinin tümüyle zihinlerini meşgul ederek tamamen kendisiyle ilgilenmesine izin vermiştir.

Austen gibi Mihail Sebastian da “suçluluk ve perişanlığı diğer kalemlere bırakmıştır.” O, bunun yerine Akasyalar Şehri’nde hayatın hala vaat ettiklerini anlatmıştır. Sebastian, İki Bin Yıldır gibi en politik eserlerinde dahi bir kurban konumuna indirgenmeyi reddetmiştir. Yahudi karşıtları onu bir hukuk dersinden çıkmaya zorlayınca bu kitabın ilk bölümüne şöyle yazmıştır:

“Sokağa çıktım. Güzel bir kadın gördüm. Boş bir at arabası tıkırtılarla geçti. Her şey her zamanki gibi olması gerektiği yerde. Soğuk bir aralık sabahı işte.”

 

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol