Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Siyasal Sistemin Doğurduğu Kent II: Antik Roma ve Kent

Roma İmparatorluğu, İtalya Yarımadası’nda küçük bir kanton olarak kurulup, son Etrüsk kralı Tarquinus Superbs’dan M.Ö 510 dolaylarında kurtulduktan sonra, büyük bir imparatorluk olma yolunda hızla ilerledi. Roma İmparatorluğu, tarihte; kuzeyde İngiltere, güneyde Afrika çölleri, batıda Atlas okyanusu ve doğuda Mezopotamya’ya kadar uzanan ve tüm bunları içinde barındıran, bugüne kadarki, tek devlettir. İlkçağda oluşan uygar dünyanın tamamına yakını, Roma’nın hâkimiyeti altındaydı. II. yüzyılın ortasında, nüfusu 60 milyona dayanan Roma, o dönemki dünya nüfusunun beşte birini ağırlıyordu. Tahmini yüzölçümü ise, 5.900.000 kilometre kareydi. Bu durum, Roma’nın bilim ve felsefeye olan katkısının sınırlı olmasına sebebiyet verdi. Romalı elitlerin, dünyayı anlayıp maddenin kökenini araştırmak, ideal devlet düzeni ya da erdemli bir topluma götüren yolların ne olduğunu sorgulamakla kaybedecekleri vakitleri yoktu. Farklı etnik gruplar ve dinlerden çeşitli dünya görüşlerine ve geleneklere sahip halklar birlikte yaşıyorlardı ve aralarındaki sorunların ivedilikle çözüme kavuşturulması elzemdi.

O yüzden, Roma’nın insanlık tarihine en önemli katkısı, pek çok ulustan çok farklı insanları bir araya getirip, onlar arasındaki ilişkileri düzene sokacak kapsayıcı bir hukuk sistemi ve yönetim anlayışı geliştirmeleridir. Roma’nın o dönemde geliştirdiği hukuk anlayışı ve yönetim şekli, bugün başta Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere olmak üzere, bir takım gelişmiş ülkelere örnek teşkil etmiştir. Onun içindir ki, Romalı felsefeciler, sanatçılar ve bilim adamlarından ziyade, Çiçero ve Ulpian gibi hukukçuların isimleri duyulmaktadır.

İ.Ö. II. yüzyıla gelindiğinde, Roma tüm Akdeniz’e hâkim konuma gelmiştir. Böyle geniş bir coğrafyaya yayılmış olan ülkede, hâkimler, İspanyalı bir tacir ile Mısırlı bir başka tacirin arasındaki sorunu çözmek zorunda kalabilmekteydi. Çok farklı kültür ve geleneklerden gelen böylesi anlaşmazlıkların çözümünü geleneksel hukuk ile sağlamak olası değildi. Bu nedenle Romalı hukukçular, geleneksel hukukun üzerinde, insan doğasından ve aklından kaynaklanan evrensel bir “doğal hukuk”un var olduğunu kabul ettiler (Palmer & Colton, 1978: 11). Böylece, ilk başlarda Yunan polislerinin aristokratik geleneklerine dayanan sivil hukuk “Jus civilis” yerini, daha sonra, sınırların genişlemesi ve etnik grupların çeşitlenmesiyle, Roma’nın halklarını bağlayan -bir nevi örfi hukuk- “Jus gentium”a bırakmıştır. Bu da en son, genel-geçer bir hukuk anlayışı olan ve asla değişmeyecek niteliklere sahip evrensel hukuk diyebileceğimiz “Jus naturale” ye evrilmişti.

Doğal hukuk felsefesinin gelişmesine büyük katkısı olmuş olan Cicero, onu, De Res Publica adlı eserinde şöyle sunmaktadır:

…. Gerçek hukuk akıldan kaynak alır ve insanlara haksız hareketlerden kaçınmayı, ödevlerini yerine getirmeyi emreder. Bu hukukun yürürlüğü evrensel, kapsamı değişmez ve ebedidir. Bu hukuku kısmen dahi olsa ilga etmeğe veya değiştirmeye çalışmak günah işlemekle birdir. Tabii hukuku tamamen ilga etmek ise imkânsızdır. Ne Senato, ne de halk, bu hukukun gerçekleşmesine engel olabilir. Tabii hukukun yorumcuya ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar onu kendi vicdanlarında duyarlar. Atina’da bir tabii hukuk, Roma’da başka bir tabii hukuk olamaz. Bütün uluslar, her zaman bu ebedi ve değişmez hukuka tabidirler.”

Kent yönetimi ve düşüncesinde de Roma dönemi, önemli bir yer işgal eder. Roma İmparatorluğu, bir anlamda, kentin hukuki genişlemesiydi ve bir eyalet yönetimi iskeletinin bir araya getirildiği ancak iç işlerinde tümüyle özerk bir kent hücreleri konfederasyonu işlevini görüyordu (Benevolo, 1995: 21). Roma İmparatorluğu Akdeniz’de çok sayıda kent devletini birleştirdi, bunun yanında, daha önce var olmayanları da yarattı. Akdeniz’in kıyılarında küçük, büyük, surlarla çevrilmiş, çevrilememiş binlerce kentten kesintisiz bir ağ oluşturdu (Benevolo, 1995: 22). Romalılar, Helenistik dönemin kentlerini güçlerinin temelinde bulunan düzen ve disiplin ilkeleri doğrultusunda daha da geliştirdiler (Bumin, 1995: 54).

Roma kentlerinin kendine has özellikleri vardı. Romalılar bir kent kurarken ilk işleri, onu bir dikdörtgen biçiminde sınırlamak ve duvarlarla çevirmekti. Kent, bu alan içinde, sıkı bir düzene göre gelişmeliydi. Hamamları, arenaları ve kemerleri ile bütün kentler birbirlerine benziyordu. Bir meclise sahip olmak, kent statüsünün ana koşulu olarak görülüyordu. Ancak Roma devrinde halk kuruluşları zayıfladı, kent merkezi ile çevresinin özerk yönetimi, kentin büyüklüğüne göre, sayıları seksenden altı yüze kadar kişiden oluşan meclise bırakıldı (Liebschuetz, 1999: 2). Yine de o dönem ele alındığında, görece özerk bir yapıları vardı. Fakat bu özerk yapının bahşedilmesi, Roma merkezi yönetiminin alicenaplığından ileri gelmiyordu. Önemli bir sebebi, zaten çok olan yönetim yükünü, küçük işleri yerel yönetimlere bırakıp, asıl önemli olan askeri finansal kaynaklara hâkim olmaktı.

Antik Roma Sitesinde kent iki ana veçheye sahipti. Bunlar; kent alanının yönetimi ve kamusal tapınıların işler tutulmasıdır. Kamusal işlerin yönetimi “ordo decurrionum” adını taşıyan bir yerel meclise verilmişti. “Ordo decurrionum”, yürütmeye ilişkin yetkilere sahip iki yargıç atamaktaydı. Halkın, bunların seçiminde hiçbir yetkisi yoktu (Kılıçbay, 1993: 75). Atanan bu görevliler, kentin belediye hizmetleri, vergilerin toplanması ve kentlerin korunmasına kadar varan işleri yerine getirmekteydiler. Mali kaynaklar, büyük ölçüde, gönüllü ve yarı gönüllü bağışlarla sağlanıyordu (Leibeschuetz, 1999: 3). Toplanan vergilerin büyük çoğunluğunu Roma merkezine vermek zorunda olan Site, doğrudan vergi koyamazdı (Kılıçbay, 1993: 77). Çünkü bu iş, Roma’nın tekelindeydi. Site’nin, önemsiz olmakla birlikte, temel gelir kaynakları; gayrimenkuller ve miraslar ile vakıflardan elde edilen aynı nitelikteki gelirlerdir.

Roma kentlerinin biçimsel dokusu da imparatorluğun devlet anlayışını yansıtmakta idi. Roma şehirleri karakteristik özelliklere sahipti ve planlaması önceden yapılıyordu. Dikdörtgen şeklinde kurulup, daha sonra, güvenliğin teminatı için surlarla çevriliyordu. Kentler tasarlanırken ana kıstaslar, ordunun hızlı hareket edebilmesi ve de kentin kolay denetlenebilmesiydi. Kamu hizmetleri açısından da dönemine göre çok gelişmiş olan Roma kentlerinde; sağlık, temizlik, eğitim, kültür, eğlence, itfaiye ve güvenlik gibi günümüz kentlerinde de sağlanan pek çok hizmet temin ediliyordu. Ölçek konusunda da ihtişama önem veriliyor; devletin, bireye üstünlüğünü ilan edercesine, kamu binaları büyük ve anıtsal ölçeklerde inşa ediliyordu.

Kentlerin önemi, Roma’nın teknik alanda da pek çok atılım yapmasını gerektiriyordu. Su kemerleri ve su depoları inşa edildi. Kentleri birbirlerine bağlayan yollar yapıldı. Roma’da karayollarının toplam uzunluğu 85.000 kilometreden fazlaydı ve 372 bağlantısı vardı. Roma yasalarına göre, bu yolların genişliği, düz yerde sekiz metre, dar yerlerde ise, 16 metre olmalıydı. Nehirlerin ve vadilerin yakalarını bir araya getiren sayısız köprü inşa edildi ki bunların pek çoğu bugün bile kullanılmakta.

Kentleri ekonomik olarak da aktif merkezlerdi. Temel geçim kaynakları tarım ve ticaretti. Roma’da ticaret, yönetici elitler (patrici) tarafından cazip görülmüyordu. Roma’da asıl yapılmaya değer soylu iş, yöneticilik ve askerlikti. Bu yüzden, ticaret ve tarım toplumun daha alt kesimlerine bırakıldı. Bunlar, yönetimde ilk zamanlarda doğrudan aktif rol alamayan fakat daha sonra, Roma’nın zor dönemlerinde, kendilerine askerlik ve gelir kaynağı olarak ihtiyaç duyulduğunda, yönetimde gitgide güçlenen pleblerdi.

Kentlerin birbirleri ile aktif ticaret içinde olması, ticaret yollarının genişliği ve Akdeniz’in bir Roma iç denizi haline gelmesi ile birlikte artan deniz ticareti, üretim miktarını arttırdı ve kentler ihtisaslaşma yoluna gitti. Burada, özellikle belirli ürünlerin üretimi önemliydi. Taş ocağı işletmeciliği, inşa faaliyetleri için hayati öneme sahipken, kurşun boru yapımında kullanılıyordu. Bakır ve kalay sayesinde bronz yapımı mümkün olurken altın ve gümüş de para basımı için kullanılıyordu. Parasal sisteme geçmiş olan Roma’da, altın ve gümüş imalatı ayrıca önemli idi. En önemli maden kaynağı, İspanya ve Alpler bölgesi idi. İtalya’daki Padeva’nın bezleri, İspanya ve Galya’nın yünlü ve keten kumaşları meşhurdu. Ülkenin batı eyaletleri hammadde sağlarken, doğudan mamul mallar temin ediliyordu. Roma’da üç şey bedavaydı: hamam, kolezyumlardaki gösteriler ve ekmek. Dolayısıyla, tahıl üretimi de son derece önemliydi ve bu da çoğunlukla Mısır’ın Nil havzasından elde ediliyordu.

Roma İmparatorluğundaki kent anlayışından bahsederken, imparatorluğun merkezi olan Roma kentinin de ayrıca üzerinde durmak gerekir. Roma’da, nüfusları 6000 olan iki bin civarında kent varken, Roma’nın nüfusu en az 500.000 ile son dönemlerinde 1.000.000 arasında değişmişti. Yani, kabaca bir hesapla, başkent, ortalama 125 şehir büyüklüğündeydi. Max Weber; şehirlerin, üretmekten çok tüketmekte olduğu tezini ortaya atmıştı ki bu durum Roma için kesinlikle doğru idi. Diğer şehirler, Roma’nın sadece ihtiyaçlarını temin etmiyor; lüks tüketim ihtiyacını ve ihtişamının devamı için gerekli olan kaynağı da sağlıyorlardı. Doğu diyarlarından gelen, ipek başta olmak üzere, lüks mallar, Roma’nın ticaret açığını epeyce arttırıyordu. Roma’nın sağlam bir ekonomik alt yapısının olmaması ve ekonominin fetihler ile vergilere bağlı olması, diğer şehirler üzerinde ciddi bir yük oluşturuyordu. Çiftçilik özendirilmiyor ve de artan tüm masraflar çiftçi ve tacirlere ek vergiler olarak yükleniyordu. Bu durum, insanların Roma’da yaşama ihtirasları ile birleşince, Roma’nın nüfusu her geçen gün artıyordu.

Ticaret ve tarımdaki iş gücünün azalması sebebiyle, şehir için gereken ihtiyaç maddeleri bazen devlet eliyle temin ediliyor, bu durum da kamu ekonomisi üzerinde ekstra bir yük oluşturuyordu.

Gerçekten de Roma, sağlam bir iktisadi anlayış geliştirmemiş olmasının bedelini fazlasıyla ödeyecekti. Çünkü üretim artıp, ticaret geliştiğinde bile, bu zenginliğe sebep olanlar bundan pay alamıyorlardı. Romalılar, aslında, tarihte bilinen ilk enflasyon kayıtlarını tutmuş olmalarına ve parasal sisteme epeyce kafa yormalarına rağmen, işin temel dinamiklerini kavrayamadıklarından, bu çabalarını toplumsal bir faydaya dönüştüremediler. Aslında bu sadece Roma’ya has bir durum da değildi.

İlk iktisatçılar ve bilim olarak iktisat, ortaya çıkmak için 18. yüzyıla kadar bekleyecekti. İnsanlığın, o zamana kadar; politikacılara, doktorlara, yöneticilere, matematikçilere, haritacılara, filozoflara ihtiyaçları vardı belki fakat iktisatçılara asla. Çünkü iktisadın en temel sorunları olan “ne üretilecek, kimin için, ne kadar ve kim tüketecek?” soruları, o dönemlerde cevabını bulmuştu. Antik Yunanlılar ve Romalılar bunu, toplumu sınıflara bölerek yapmışlardı. Köleler, çiftçiler, esnaflar, zanaatkârlar, din adamları ve yöneticiler, hepsi, sistemin kendilerine yükledikleri sorumlulukları yerine getiriyorlardı. Hindistan’da bu problem, dini bir şekilde temellendirilip, kastlarla halledilmişti. Her uygarlık, kendince bu sorunun üstesinden gelmişti. İktisat biliminin ortaya çıkması, piyasa mekanizmasının ortaya çıktığı, hür teşebbüsün teşvik edildiği 18. yüzyılı bekledi.

Evet, piyasa mekanizması, kimsenin neyi üreteceğinin tek bir merkezden söylenmediği bir sistemdi. Kimin ne yapacağı belli değildi. Oysaki örneğin; Mısır’da bu durum tamamen farklıydı. Mısır, piramitleri inşa edilmek için girişimci bir müteahhidi beklemedi. Piramitleri kralın finanse edip, kölelerin yapacağı bir sistem hüküm sürüyordu.

Tekrar şehrimize dönecek olursak, nüfusun artması kentsel topraklara talebi arttırıyor, aşırı nüfus yoğunluğu sebebiyle de taşınmaz fiyatları sürekli yükseliyordu. Apartman yaptırmanın kazançlı bir iş haline gelmesi sonucu, senatörler başta olmak üzere, diğer yöneticiler de emlak işlerine girmişti. Hemen her senatörün taşınmaz işleriyle ilgilenen, kiralarını toplayan ve Realtör denilen bir emlakçısı vardı.

İ.S. 1’de, Vitrivius şöyle yazmıştı:

Roma’nın muazzam büyüklüğü nedeniyle çok sayıda konut gerekmektedir. Toprak, bu nüfusun tümünün zeminde yerleşebileceği kadar çok değildir. Bu durum bizi konutları göğe doğru yükseltmeye zorlamaktadır.”

Sonunda olan olmuş ve Roma’nın dokusu ciddi bir şekilde değişmeye başlamıştı. Yoksullar, eskiden zengin ailelerin yaşadığı konutlarda, birkaç aile birleşerek yaşamaya başlamıştı. Bu yapılarda parça parça değişiklikler yapılmış ve yeni bölümler eklenmişti. Spekülatörlere de gün doğmuştu: kentin içinde ve çevresindeki kırsal alanlarda araziler alıyorlar ve bunları özellikle de şehrin dışına kaçmak isteyen zenginlere fahiş fiyatlara satıyorlardı.

Şehrin merkezinde, insulae denilen çok ailelik konutlar mantar gibi çoğalıyordu. Zemin katlarında tavernalar bulunan bu konutların alt katlarında zenginler ve üst tabakanın üyeleri, üst katlarında da yoksullar ve toplumun alt kesimleri ikamet ediyordu. 4. yüzyılda yapılmış bir sayıma göre, Roma’da, yaklaşık 44.000 apartman (insulae) ve 1750 bağımsız konak (domus) bulunuyordu. Roma o kadar büyümüştü ki, 13 su kemeri vardı ve hamamlara, konutlara ve şehrin çeşitli yerlerindeki 200’den fazla çeşmeye günde 1 milyon metreküp su veriliyordu.

Roma’nın Yıkılışı

İ.S. 5. yüzyıl, kuzeyden gelen barbar kavimlerin saldırıları sonucunda, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına sahne olmuştur. Bu barbar kavimler arasında, Galler ve İskoçya’da Keltler, Avrupa’nın ortasında Germenler bulunuyordu. Roma İmparatorluğu, İ.S. 2. yüzyılda, ilk kez bu kavimlerle karşı karşıya geldiğinde, onlara toprak vererek, yerleşik hayata geçmelerine vesile olmuş ve bunlardan oluşan birliklere de kendi ordusunda görev vermiştir. Birkaç yüzyıllık istikrar döneminden sonra, doğudan gelen Türk kavimlerinin baskısıyla, Germen kavimleri yeniden harekete geçmiş ve Roma’nın yıkılmasına yol açmışlardır (Palmer & Colton, 1978: 14-15). Bu yüzyıldan itibaren, yaklaşık 11. Yüzyıla değin, Avrupa’da, Roma İmparatorluğu nispetinde güçlü bir merkezi yapıya rastlanmamıştır.

Nitelikli, bilgi içeriği yüksek, akademik ya da yorum içeren kapsamlı yazılar… Bu başlık altında kıymetli yazarların ve akademisyenlerin özel, kısa ya da uzun, alana özgü metinlerini bir arada bulabileceksiniz. Fihrist olarak idealist bir bakış açısıyla nitelikli metinler ortaya koyma arzusundayız. Dolayısıyla, bu başlık, sizler için geniş bir arşiv oluşturma niyetinin ürünü. Yararlanmanız dileğiyle…

Bülten'e Üye Ol

Fihrist Kitap Çalışmalarından Haberdar Ol